23 Aralık 2010 Perşembe
17 Aralık 2010 Cuma
Şerefsizim Aklıma Gelmişti:P
Arkadaşlar selam,
Epey önce Guitar Hero oynarken. "Ya şu bizim kendi gitarımızı bağlasak da, tellerden gelen sesleri bir şekilde oyuna aktarsa biz de güzel güzel gitarımızla oynasak diyordum ya.." Hanginiz bunu squier'a söyledi bilmiyorum ama işte gavur yapmış .)))
Gitarın Kendi linki ordaki videoyu izlemenizi tavsiye ederim. http://www.fender.com/features/rockband3/theguitar.php
Bu da gitar iş başındayken:
http://www.youtube.com/watch?v=D5De9eCH1EU&feature=fvw
Gitar çalmayı öğrenmek için ve eğlenmek için süper..
Bol müzikli günler.
Müge ölümsüz mü?
15 Aralık 2010 Çarşamba
It's Your Birthday!!! =)
O, onunla aynı değerde hayatımda kaç kişi olduğunu bilmediğim biri, 1 mi 2 mi 3 mü? Gerçekten bilmiyorum :)O benim abim :)
Seni çok seviyorum abicim iyi ki varsın :)Nice mutlu, huzurlu ve sağlıklı yıllar dilerim :)
Not : Yine yoksun Ankara'da ve yine Derleme'ye koskocaman teşekkürler =)
12 Aralık 2010 Pazar
Rush - Beyond The Lighted Stage
Pekala, madem delicesine kar yağdı, madem tatilde evde mahsur kaldık ve boş vaktimiz var. Öyleyse biraz müzik paylaşalım.
Daha önce burada hiçbir Rush albümü veya grupla ilgili birşey paylaşmadık sanırım. Tabi ilk kez Rush dinleyeceklere bu DVD birazcık fazla gelebilir ama yinede kafalarda güzel melodiler kalması açısından bu kesime de hitap ediyor açıkçası.
Gelelim içeriğe;
Hatırlarsınız 2005 yapımı Metal : A Headbanger's Journey diye bir heavy metal belgeseli vardı. Daha sonra ikincisini de yaptı aynı ekip. İşte o sarı düz uzun saçlı elemanın ismi Sam Dunn ve tabiri caiz ise bu "rock-metal belgeseli" işinden köşeyi döndü. Burada anlatacağımız materyalde yine aynı ekip tarafından yapılmış bir belgesel.
Beyond The Lighted Stage, Rush külliyatının en başından bu yana yaratılmasını ve Rush'ın 35 yıllık geçmişini anlatıyor.
Efendim birazcık ön bilgi verelim madem merak edenler var ise.
Rush Kanadalı bir progresif rock grubudur. Dinlenildiğinde üç kişiden fazlalarmış gibi gelebilir tabiki fakat işin özü bu üç adamın işlerinde gerçekten iyi olmalarıdır. Gitarda Alex Lifeson isimli abimiz vardır ki kendisi 35 yıl boyunca grubun değişmez üyesi ve kurucusudur. Aynı zamanda tüm besteleri yapan ve kalıcı melodileri yaratan kişidir. Geddy Lee ise grubun en dikkat çekici tipe sahip fakat sadece görüntüde değil icraatta da başarılı bir abimizdir. Kendisi grubun önce basçısı, sonra vokalisti ve sonrada klavyeli çalgılar bölümünü başarıyla icra etmektedir. Ve evet üçünü birarada yaptığını bile gördüm. (Adam ayağıyla synth çalıyor). Ve gelelim profesöre. Aslında ona profesör denmesinin birçok sebebi vardır eminim, fakat biz sadece dünyanın en iyi davulcusu olduğu için dendiğini düşünsek yeter. O bir davul cambazı, o tüm perküsyonların efendisi, o key padlerin gongların, boru zillerin ve vurularak çalınacak herşeyin ilüzyonisti. Evet o Neil Peart ! Aynı zamanda grubun parçalarının söz yazarı kendisi.
Bu kadar eleman tanıtımından sonra diyeceksiniz ki "ya en bilindik şarkısını söylede dinleyelim haaa bu muymuş diye şaşıralım" Sanırım Rush böyle bir grup değil. Hani gavurların bir lafı vardır -underrated- . Aynen böyle bir grup. Gereken önem verilmemiş bir efsane kanımca. Kanadalı olmalarına bağlıyorum açıkçası. Fakat araştırdığınızda ve dinlediğinizde inanılmaz dokular yakalayabileceğiniz bir grup. Çokça toplama albüm yayımlamış ve herhangi birini baştan sona dinlediğinizde etkilenebileceğiniz bir grup Rush.
Temel özelliklerinden biri neredeyse hiç durmaksızın turne yapmaları ve yeni albümler kaydetmeleri. Artık bu adamlar için müzik, yemek yemek gibi olmuş resmen. Çünkü her biri yıllar boyu bir sürü sıkıntı çekmişler ama hiçbir zaman müzikten vazgeçmemişler. İşlerine tutkuyla bağlanıp sevenlerini memnun etmek için çalışmışlar. Yine bu belgeseli izlediğinizde demek istediğimi daha iyi anlayacaksınız. Açıkçası hikayelerinden etkilenipte dinlemeye bile başlayabilirsiniz.
Bu belgeselde göreceksinizki Dream Theather, Metallica, Smashing Pumpkins, Tenacious D, Tool ve Foo Fighters gibi bugünün popüler sanatçıları Rush'tan aldıkları ilhamları anlatacaklar. Beğenerek dinlediğiniz bu grupların üyelerinin Rush ile büyüp onları örnek alarak yaptıkları müzikleri anlatacaklar.
Bu kadar reklam yeter, bu DVD yüzünden son üç haftadır fazlasıyla Rush dinledim zaten. Umarım sizde bu grubu sever, dinler ve başucunuza koyarsınız. Favori parça listesi yapayımda benimde bir faydam olsun yeni dinleyicilere. Unuttuğum varsa eklensin lütfen ;
1. Spirit Of The Radio (sadece o "...concert hall" çığlığı yeterde artar bile)
2. La Villa Strangiato (bunu dinledikten sonra davulcular istifa edebilir)
3. Anthem
4. A Passage To Bangkok (fazla söze gerek yok)
5. Tom Sawyer (marş artık bu)
6. Subdivisions (synth-pop suçlamalarının ortasında kanımca çıkardıkları en iyi materyal)
7. Earthshine (2002 tarihli bu parçada 30 yılın ardından grubun hala basit melodilerden süper şeyler yaratabildiklerini görüyoruz)
8. Cygnus X-1 Book II Hemispheres (Uzun parçalar konusundaki muhteşem başarı örneği)
9. Closer to the Heart (Tüm stadyumun bağırarak söylemesiyle muhteşem bir şölene dönüşen bir klasik)
10. Freewill
11. Force Ten
12. Limelight (Beyond The lighted stage, approaches the unreal... sözleriyle başlayan şahane parça)
13. O Baterista ( hani o çıkıp konser ortası davul solo atan amatörler varya... bu parça onlara gelsin)
ve son olarak
14. Crossroads ( evet bin yıllar boyu cover söylemeyen Rush'tan o çok iyi bilip sindirdiğiniz blues parçasını bi dinleyin)
Bu liste Red Barchetta, Fly By Night, Working Man, 2112, Far Cry falan diye uzar gider, bu yüzden yazımı burada bitirip hepinize bol karlı bembeyaz pazarlar diliyorum.
http://rapidshare.com/files/404598123/jrshbhthlstg.part1.rar.html
http://rapidshare.com/files/404605561/jrshbhthlstg.part2.rar.html
http://rapidshare.com/files/404613674/jrshbhthlstg.part3.rar.html
http://rapidshare.com/files/404620921/jrshbhthlstg.part4.rar.html
11 Aralık 2010 Cumartesi
2 Aralık 2010 Perşembe
Neler oluyor hayatta (;>
Wikileaks die bişi çıktı dış politika die bişi kalmadı(;> herkezin suyuna gitmek ve herkeze kimseyi kırmadan beyaz yalanlar söylemek olarak değerlendirebileceğim dış politika gizli belgelerin ortaya çıkmasıyla bi durdu uleyn dedi (;>
NASA bu akşam bir basın toplantısı düzenleyecek. Dünya dışı yaşama ilişkin bir bilimsel bulgu konusunda açıklama yapacağını açıklayan NASA için wikileaks açıklamadan biz açıklayalım bari uzaylıların varlığını demişlerdir kesin söylentileri ağızdan ağıza dolaşmaya başladı bile.
lcd tv lerin çıkmasıyla ucuzlayan plazmalar, led tv lerin çıkmasıyla ucuzlayan lcd ler, 3d led tv lerin çıkmasıyla ucuzlayan led tv ler, gözlük gerektirmeden 3d izlenebilecek tv söylentileriyle sekteye uğrayan gözlüklü 3d led tv satışları aynen devam etti. tv alıcak arkadaşlar bi 5 sene daha beklerseniz bu gidişle evinde tv si olmayana evine tv koyması için para vericekler. Nede olsa pek eğitici öğretici reklamlardan uzak kalıyorsunuz.
Teşekkürler yukardaki paragraflar. işte böyle millet. baya bişiler değişiyor etrafımızda. bu konuda sizlerin yorumları neler? Derleme dinlemede tamam...
26 Kasım 2010 Cuma
23 Kasım 2010 Salı
Mutlu Yıllar Hayatıııım :)
Doğum günün kutlu olsun canıım nice yıllaraaa :-D Artık bir süreliğine yaşıtız :D
Acaba kimin d.günü hadi bilin bakalım :-)
18 Kasım 2010 Perşembe
The Almighty - Bandaged Knees
Viskiden nefret ettiğim halde Chivas Regal içecem diye tutturdum sırf adı geçiyor diye sende. Tabiki içtim iğrençti ama içmesini de öğrendim, artık yüzümü ekşitmeden içebiliyorum seni. Bu bir başarı mı bilemiyorum ama nedense ne zaman seni dinlesem Chivas içmek istiyorum...
7 Kasım 2010 Pazar
25 Ekim 2010 Pazartesi
Walkman 1979 - 2010
Son 30 yıllık teknoloji tarihine baktığımız zaman ilk çıkan walkmanler ile son zamanlardaki arasında dağlar kadar fark vardır elbette o bandtan analog çekimin dijital ile karşılaştırılması maalesef mümkün değil. Ancak zamanında ne kadar etkili bir araç olduğunu sayılarla verebiliriz ki toplam dünyada 200 milyon gibi bir rakama ulaşmış walkman serisi, son 10 yılda bu rakamın 100’i kadar satabilmiş ancak.
13 Ekim 2010 Çarşamba
International Suit Up Day 2010
International Suit Up Day 2010 u Zod ta kutladık. Yada Zod altında daha doğru olur. Gittik, toplandık, içtik, eğlendik. Gelemeyenleri aradık geldiler. Uzakta olanlardan da bi kurban seçtik. Bu seneki kurbanımız silentmoon du. Onu sık sık arayıp vahit i sorduk, oğlunu sorduk, bilimum saçma şey sorduk, gelemediğine pişman ettik (;> işte resimler. Aramızda takım elbise giymeyen arkadaşlar da vardı onları da bağrımıza bastık.
Veee Tabiki o kadar nispet yaptığımız silentmoon dayanamadı o da suit Up dedi İşte onun resimleri
14 Eylül 2010 Salı
YIllarca beklenen U2 Konseri
Evet şaşırtıcı oldu. Siteye U2 konseri izlenimlerimi yazmak için girdim ve gördümki yorumlarımı bekleyenler var :) Bayram boyu bilgisayardan uzak kaldım ve U2 konseriydi, Dünya Basketbol Şampiyonasıydı, Referandumdu derken baya bi yalpalandık ve şimdi toparlandık. Evet destur varsa başlayalım efsane konserin anlatımına;
- "Abi zaten pazartesi, zaten ramazan, zaten taaa bilmemnerde kim gelecek konsere, bence pek kalabalık olmaz. Zaten stadyum asla dolmaz o kadar insan metal festivaline gelmedi U2'ya mı gelecekler" Evet bunlar benim konser öncesi söylediklerimdi. Nitekim pazar günü sekiz saat sağanak istanbul yağmurunun ardından moraller iyice bozuldu ve kimsenin gelmeyeceği fikri iyice yerleşmişti kafaya.
12 yıldır U2 dinliyordum ve bu konseri heyecanla bekliyordum. Gerçekten çocukluk hayalimdi onları canlı izlemek. Yaşlandılar, politikleştiler, kalitesiz müzik icra etmeye başladılar ama U2 benim için hala U2 idi. Geçen yıl Oğuz'un Zagrebten getirdiği izlenimlere iyice özenmiştim ve bu sahneyi, bu adamları kesinlikle görmeliydim. Küçükken kendi kendime aldığım bir karar ise şuydu bu konuda. "Eğer yeterince param olursa ve 30 yaşıma kadar hala onları izlemediysem kesinlikle U2'yu ve Aerosmith'i izlemeye yurtdışına gitmeliydim". Ben ortaokulda kasetleri çevirip çevirip dinlerken U2'yu ne MTV ne NR1 ne de başka bir müzik kanalı pek önem vermezdi gruba. Bırakın televizyonlarda röpörtajı çıkması, gazeteye çıkması, klipleri bile nadiren gösterilirdi. 98 yılında Sweetest thing biraz rağbet gördü hatırladığım. Konser öncesi bi baktım gazeteler kuponla DVDlerini veriyor. Hergün Doğuş medyada mutlaka haberleri var, Yekta Kopan gidip dünyanın bi ucunda röportaj yapıyor. Vay be dedim ne grupmuş. Görende Beatles dirildi birleşti sanacak.
İki paragraf daha konsere gelmeyi düşünmüyorum :) bu yüzden atlayarak okuyacaklar için ön bilgi vereyim dedim. Herneyse geçen yıl konser için açtığım facebook event bir anda yüz küsür kişiye ulaştı. Türkiye fan klübünden mesaj geldi birleştirmek için falan. Bi anda birsürü adam fanklübe üye oldu hergün videolar paylaşılıyor U2 seceresi anlatılıyor. Noluyor lan benim odamda sadece yedi yıl önce özenle hazırladığm bir poster, birkaç değerli plak ve tüm CD kataloğundan başka pek birşey yok. Herkes Yutucu olmuştu. Aslında güzel bir görüntüydü benim için :) Çünkü yıllarca dinlediğim onlarca grubu zaten pek kimse bilmez, fakat ilk dinlediğim grubu bir anda herkes konuşur olmuştu.
Gelelim U2ya olan bu ilginin kaynağına. Egemen Bağış diye bir adam var biliyorsunuz. Avrupa birliği baş nane limonu. Vatandaş gitmiş 2010 kültür başkenti olayını Bono'ya övmüşte övmüş. Bonoda tamam hadi aldık sizide turnenin arasına demiş. Yani abartılacak pek birşey yok. Yani aslında yıllarca U2'nun Türkiyede konser vermemesinin sebebi ne asparagaslarda olduğu gibi ne insan hakları cart curt ne de U2'nun başka bir tavrı. Daha önce bir yazıda bundan bahsetmiştim zaten. Konser verilmemesinin benim kanımca sebebi birincisi ortadoğu ülkesi olmamız ve "burada kim dinler lan bizi" zihniyeti ayrıca bilet fiyatlarının yeterli yükseklikte olmayacağı. Bu yüzden hiçbir organizasyon firması gidip teklif bile etmemiş sanırım. Herneyse; olay bir anda büyütüldü ve sanki hükümetin bir başarısıymışçasına gösterildi ve seçim hatta referandum propagandasına dönüştürüldü. Yandaş medyada "Bono da EVET diyor !" falan gibi garip ve anlamsız haberler çıkmaya başladı. Recep bey U2'yu çaya davet etti falan filan boğazda yüründü birlikte allah allah. Yani eminim siz akıllı ve mantıklı arkadaşlarımın çoğu da bir anda U2 antipatisi hissettiniz kendinizde. İçimizde müziklerini sırf bu yüzden eleştirenler bile türedi. Velhasıl kelam akabinde ve detayında bir konser siyasi bir gövde gösterisine dönüştü. Ve tüm sorumlusunun Bono olduğunu söyleyebilirim kanımca.
Gelelim konsere. (Sözümü tuttum :)) Cumartesi ve pazar istanbulda geçen haftasonumuz bitti ve pazartesinin bulutlu sabahına uyandık. Saatler geçti geçti ve akşam 21:30'da başlayacak konsere saat 18:30'da gayrettepe mevkinden yola çıktık. Çok sevgili Mete Tekindal beni kardeşimi ve sevgilimi arabasıyla taa konser stadyumuna kadar götürdüğü için minnettarım. Neden mi minnettarım ? Çünkü o stadyum emin olun İstanbulda değil. Tekirdağda bana sorarsanız. Evet yola çıktıktan tam iki saat kırkbeş dakika sonra ulaşabildik konser alanına arabayla. Evet yanlış değil 2 saat 45 dakika gittik TEM otoyolunu. Zaten son iki üç km'yi yürüdük stadı gördükten sonra. Mete arabayı mahşere parkedip geldi. Şanslıydık ki konser 22:00'de başladı.
Konserdeki parça listesi sırasıyla şöyledir ;
Return of the Stingray Guitar
Beautiful Day
New Year's Day
Get On Your Boots
Magnificent
Mysterious Ways
Elevation
Until The End Of The World
I Still Haven't Found What I'm Looking For
Pride (In The Name Of Love)
In A Little While
Miss Sarajevo
City Of Blinding Lights
Vertigo
I'll Go Crazy If I Don't Go Crazy Tonight (Remix)
Sunday Bloody Sunday
Mothers of the Disappeared
Yiğidim aslanım burda yatıyor
Walk On
----Bis---
One
Where The Streets Have No Name
----Bis---
Ultraviolet (Light My Way)
With Or Without You
Moment Of Surrender
Sürpriz şarkılar vardı görüldüğü gibi. Tabiki 2000 yılı sonrası ağırlıklıydı fakat ben ve tüm U2 severler 2000 yılı öncesi şarkılarda daha çok coştu. Konserde öğrendiğimiz bir diğer bilgi ise Türkiyede en çok bilinen ve dinlenen şarkı With or Without You imiş. Tribünden izleyen bir arkadaşımın dediğinin aksine ses sisteminin oldukça iyi olduğu kanısındayım. Bas sıkıntısı vardı dediği gibi ama çok kötü gelmiyordu bize. Inner Circle denilen sahnenin bir parçası olan kısmın dışında biraz geride izledik konseri.
Birazda sahneden bahsedeyim. The Claw ismini verdikleri sahne beş yıl boyunca tasarlanıp inşa edilmiş, fakat değmiş. Oldukça yüksek, geniş ve ışıklı bir oluşum. Fotoğraflarına ve detaylarına bakarak fikir sahibi olunuyor fakat konseri yaşarken bu maddenin garip garip sürprizleri ortaya çıkınca iyiki yakından görmüşüm deniliyor. Adam boyu çapında disko topu olsun, renkten renge giren ayak kaplaması olsun, inner circle kısmına birleşen tekerlekli yürüyüş yolu olsun ve en çarpıcı olarak petek petek ayrılan dev hidrolik ekranı olsun bu sahne gerçekten çok başarılı. Son olarak şunu belirtmeliyim. Konser bitip ışıklar yandığında sahnenin dört ayağının tepesinden zincirlerle dörder kişilik dört ekip indi. Baktıkki adamlar konser boyu bilmem kaç metre yukarda ışık tutmuşlar. Vay anasına sayın seyirciler ! Fakat tüm zıbıtlar ve gösteriş bir yana sahnenin en işe yarar özelliği gerçekten 1.60 boyunda insanların bile uzaklardan tüm grubu ve gösteriyi rahatça izleyebilmesiydi.
Konser başlamadan önce bu garip sahnenin dev ekranında saniye dakika ve saat kadranı olan ve etrafında da dakikaları gösteren çentikler olan bir saat animasyonu vardı. Fakat izleyicilerin tek tek farkettiği üzere bu saat doğru saati göstermiyordu. Dikkatimizi başka şeylere verdiğimiz esnada yanımızdaki insanların saatin hızlandığını konuştuklarını gördüm. Baktım ki belirgin bir şekilde saniye hızlanmaya başladı. Konser öncesi çektiğimiz sahne fotoğrafında o saati görebilirsiniz. Sonra dahada hızlandı dahada hızlandı. Artık anladıkki onikiyi vurduğunda başlayacaktı konser. Akrep yelkovan ve saniye 12'de birleşti ve durdu. Ama başlayan birşey yoktu. Tekrar dakika yavaş yavaş ilerlemeye başladı fakat bu sefer çevresindeki çentikleri parçalayarak ve etrafa dağıtarak ilerliyordu. Tüm çentikler parçalandığında tekrar saat tamamlandı 12de ve durdu.
Konserdeki bir diğer ticari strateji şu yöndeydi "Lan nasılolsa U2'nun en ucuz konseri bu, madem öyle yiyecek içecek fiyatlarını şişirelim çılgınca" Ve eminimki yiyecek içecekten konser biletinden kazandıklarından fazlasını kazandı organizatör firma. Bilmiyorum artık nasıl paylaşırlar. Zaten biz almasak bile yabancılar kapış kapış alıyorlardı dandik hotdogları. Neyse bu bilgi konser atmosferini bozacak bir konu olduğu için fazla üzerinde durmuyorum :)
Arkadaşlarım dandik hotdog ve su kuyruğu beklerken aniden dev ekrandaki saat kayboldu ve David Bowie'nin Space Oddity parçası başladı. Durumu anlayanlar "OoooooOOOaaa" diye bağırırken bende onlara katılarak önlere doğru ilerledim. Işıklar söndü ve yıllardır tüm konserlerinde olduğu gibi dev ekrandan sahneye geldikleri yolda grup elemanlarının görüntüsü siyah beyaz yansıdı. Bir yandan ".... ground control to major tom" diyordu kulaklarımızda Bowie diğer yandan U2 geliyordu sahneye.
Yukarıdaki listede Return of the Stingray Guitar yazan kısım aslında bir U2 şarkısı değil. Ya sadece konser için oluşturulmuş bir parça ya da cover birşey bilmiyorum fakat sözleri yok ve Bono sadece "İstanbul" hatta "Yvestanbüuuul" diyerek bu parçaya eşlik etti. Arkasından Beautiful Day başladı ve herkese konserin olduğu günün ne kadar güzel olduğunu müjdelercesine söylendi. Hemen arkasından New Year's Day gerçekten bu konserin olmazsa olmazıydı ve otuz yıldır olduğu gibi harikaydı bence. Ardından iki son albüm parçası geldi. Birisi çıkış şarkısı olan Get On Your Boots diğeri ona göre biraz daha güzel bir şarkı olan Magnificent. Ben pek bunlar üzerinde duramıyorum çünkü yıllardır dinlediğim şarkılar değil. Ama konserin heyecanı zaten o şarkıların nakaratlarını da insanlara söyletmeye yetiyordu.
Zaman zaman arkama dönüp insanlara baktığımda tribün ve sahadaki, gayet eğlendiklerini ve bazı popüler parçalara eşlik ettiklerini gördüm. U2 Türkiyeyi sevdiği gibi Türkiye de U2'yu sevmişti kanımca. Ta ki Bono boğaziçi köprüsünden bahsedene kadar. Adam dediki "Köprünüz çok güzel sadece doğuyla batıyı değil kültürleri ve insanları da birbirine bağlıyor" Güzel buraya kadar bizde seni seviyoruz. Fakat sonrasında " Egemen Bağış bana köprüyü gezerken önemini ve güzelliğini anlattı" benzeri bir cümle kurdu ki kıyamet orada koptu. İnsanlar yuhalamaya başladılar fakat adam istifini bozmadan iki üç cümle daha söyledi. Fakat bu iki üç cümle sürerken yuhlama dahada etkin bir hale gelince Bono kendinin dinlenmeyeceğini düşünmüş olacakki "Neyse tamam siyasetçi ismi vermeyeyim bundan sonra sadece köprüden bahsedelim" diyerek durumu yumuşattı. Zaten basında çıkan haberleri görmüşünüzdür. "U2 önce yuhalandı sonra alkışlandı " falan gibi. Ama bana sorarsanız Bono veya U2 anladılarki AKP zihniyeti ve AKP taraftarı insanların pekte U2'yu sallamadığı hatta U2'yu bir uzay gemisi veya gezegen sandıkları. Zaten dünyaca ünlü rock grupları memleketim coğrafyasında din sömürüsü yapıp siyaseti din propagandasıyla birleştiren insanlara pek hitap etmez. Şeytanın müziği onlar (bkz. Black Sabbath)
Gözlerimiz Mysterious Ways'de dansöz aradı. Nitekim dansözün memleketine gelmiştin, gidip avrupada değil burada yapacaktın o gösteriyi bence. O olmadı. Until the end of the world herzamanki gibi albüm kaydından çok çok daha iyi ve geçen turneden dahada gelişmiş gitar solosuyla ortaya çıktı beni benden aldı. I still haven't found what im looking for şarkısı nasıldı pek hatırlamıyorum çünkü o sırada Güheri kameraya çekiyordum çok daha eğlenceliydi. Pride başlamadan önce Martin Luther King videosu izledik dev ekranda ve duygulandık tabiki. In A Little While başladığında Bono sahneden bir kızcağızı yanına aldı ama kız artık şaşkınlıktan mı yoksa umursamazlıktan mı bilemiyorum, ne doğru düzgün dans etti Bonoyla ne de şarkının sözlerini biliyordu. İlerleyen zamanda Bono kızın kucağına yatıp öyle devam etti parçayı söylemeye ve orjinalinde ".... since she was a girl with spanish eyes" kısmını "turkish eyes" olarak değiştirerek söyledi. Miss Sarajevo hem savaşı hem de merhum Luciano Pavarotti'yi hatırlamamıza ve anmamıza yardımcı oldu. Parçada Pavarottiye ait kısmı Bono sesi yettiğince taklit etmeye çalıştı ve başarılı da oldu sanırım. Vertigo'da dikkatimi çekip hoşuma giden kısım Bono'nun kameraya iyice yaklaşıp ".... just gimme what i want and no one get hurts" kısmını söylemeden sadece ağızını oynatmasıydı. Nitekim seyircilerden o sözler geldi zaten ve güzel bir görüntü oluştu. I'll go crazy parçasında da yukarıda yazıldığı gibi remiks çalındı ama remiks dediğin sadece davul yerine Larry'nin davulun başından kalkıp yürüyerek tumba çalmasıydı. Ama güzeldi başarılıydı. O aralarda bi yerde işte o ekran petek petek ayrıldı aşağı doğru ve herkes telefonları kameraları çıkardı "oha lan" nidaları eşliğinde o garip görüntüyü çekti. Bono hepimize Sunday Bloody Sunday sözlerini ezberletti. Ve sonunda Mothers Of Dissappeared parçasına geldik
Bu şarkıda Zülfü Livaneli sahneye şaşırtıcı bir şekilde geldi. Kimse onun geleceğini bilmiyordu galiba. Yani NTV bile bunu önceden haber yapmadıysa ki bildiğim kadarıyla yapmadı, başarılı bir sürpriz oldu. Mothers of Dissappeared'ın sözlerini güzel bir ingiliççeyle söyledi Bono ile birlikte. Tabiki ülkemizde yapılan binlerce insan hakları ihlalinden birini örnekleyip ".... and remmember Fehmi Tosun" diyince biraz sinirimiz bozulmadı değil. Merak edenler U2'nun sitesinden veya benim feysbukta paylaştığım bağlantıdan konuyu öğrenebilir. U2 konserden sonra Fehmi Tosun'un ailesi ile de buluşmuş poz vermiş falan hatta. Sonrasında Livaneli ingilizce teşekkür etti U2'ya. Konser boyunca yapılan tüm ingilizce konuşmalar bir simultane çevirmen tarafından msn notasyonuyla harfler atlanarak türkçe bir şekilde dev ekrandan altyazı geçildi, garipti. Sonrasında o tüm gazetelere manşet olan olay gerçekleşti ve Zülfü Livaneli Yiğidim aslanım burda yatıyor'u söyledi. Gönül isterdiki Bono 'da buna eşlik etsin fakat gerek kalmadı çünkü tüm stadyum hiçbir U2 parçasına eşlik etmediği gibi hepbir ağızdan bağıra bağıra söyledi parçayı. Nitekim biraz "Bak Bono efendi sen söylüyosun rock falan iyi hoş ama gerektiğinde bu gençler tek yürek vatanın en duygusal halk türkülerine de eşlik etmesini bilir, benliğini hiçe saymaz" raconu oldu, iyide oldu.
Akabinde Aung San Suu Kyi'ye ithaf edilmiş Walk On söylendi ki gayet güzel bir performanstı. Özellikle ekrandaki görüntülerle birleşince daha anlamlı oldu. O teyzede Burma'da ev hapsi cezasına çarptırılıp siyasi nedenlerden dolayı yıllardır bu cezayı çekmekte olan biri. Ve sonrasında grup sahneden ayrıldı. Bitti sanmadık tabiki. Bir dostluk kardeşlik ve dünya barışı temalı bir video gösteriminden sonra tekrar sahneye çıktılar ve Bono o yeşil gitarını alıp One söylemeye başladı. 1993te yapıldığı üzere dünya dillerinde monitörde "One" kelimesinin karşılıklarını göremedik. Görseydik şayet arada "Bir" de çıkıyor olacaktı. Onu kaldırmışlar demek şovdan. Fakat parça birçok insanın hepbir ağızdan söylediği bir Lennon şarkısıymış gibi keyifli bir hal aldı. Geçen yıl Zagreb konserinden beni telefonla arayıp bu şarkıyı dinleten ve şu an vatani görevini Kars/Sarıkamışta icra eden Tankçı Astteğmen Oğuz arkadaşımıza selam ederim. One arkasından acilen Where the streets have no name geldiki bunu anlatmaya pek gücüm yetmiyor. Sadece yanımda olanlardan bunu dinleyebilirsiniz galiba. Bu şarkı benim en çok sevdiğim ve en çok etkilendiğimdir.
Ardından tekrar grup sahneden gitti ve bir çizgi animasyon video başladı. İki uzaylı dar bi uzay gemisinde giderken muhabbet ediyorlar bu videoda. Biri diyorki şurda bi yıldız gördüm galiba tekrar gelecekler gibisinden birşey sonradan 1993 model albümünün kapağı olan starchild mı ne öyle bişiydi bi illustrasyon çocuk var o bişeyler bişeyler anlattı garip bi ses tonuyla zaten anlayamadık. Kesin sosyal mesaj vermiştir diye düşünüyorum. Daha sonra onun şekli ortasında top olan bir daireye dönüştü ve o daire monitörden sahneye indi. Bi baktık ki Bono'nun elinde o şekilde neon kırmızı ışıklı garip bir mikrofon var yukarıdan kabloyla sarkıtmışlar. Ve Ultraviolet başladı. Bu parça benim favorimdir ama bu güne kadar hiçbir turnede söylenmemiş, bu da benim iyi şansım oldu artık. O bittikten sonra tüm sevgililerin ve herkesin heyecanla beklediği With Or Without You başladı. Etrafta sevişenler french kiss öpüşenler falan filan derken hep bir ağızdan -öncede dediğim gibi Türkiyede U2'nun en çok bilinen şarkısını- söyledik. Kapanış parçası beni pek tatmin etmeyen son albümdeki Moment Of Surrender'dı. Sakin ve bitişi getiren bu parçadan sonra grup sahneden ayrıldı. Ayrılırken Bono bizlere çok teşekkür etti ve "Arayı açmayalım tekrar görüşürüz" dedi. Bana biraz Metallica konserlerini hatırlattı. Onlarda öyle diyip iki üç yılda bir gelir olmuşlardı. Umarım U2'da böyle olur :)
Propagandalarıyla, siyasi göndermeleriyle, tepkili ve akıllı seyircisiyle, Türkiyenin değişik mozaik yapısının büyük bir stadyum konserine yansımasıyla, U2 otuz yıllık kariyerinin şarkılarını seslendirdi İstanbul Atatürk Olimpiyat Stadyumunda. Ve sanırım 6 Eylül 2010 tarihli bu konser Türkiye için rock konseri organizasyonlarında büyük bir başlangıç olarak hatırlanacaktır. Umarım daha meşhur ve Türkiyeye para kazandıracak gruplarda ülkemizi ziyaret edip bu tip stadyum konserleri verirler.
Biz erdik muradımıza siz çıkın kerevetine. Bir başka konserde görüşmek üzere ve unutmayınki "more you take is less you feel, less you know is more you BELIEVE" . Sevgiler.
Jenni Tapanila
Neyse hep müzik olacak değil ya, bu yazımda da bir fotocu arkadaştan bahsedeceğim. Sevgili Jenni Tapanila. Geçenlerde gazetede kendisiyle bir röportaj yapılmıştı. Okudum ve onunla ilgili tek hatırladığım şey sadist bir hatunmuş ve İstanbul'daymış. Deviant sanatçıymış. Tabi bu durum bende merak uyandırdı ve hemen girdim sitesine.
E günlerden cumartesi saat 12:00, canım da sıkılıyor, hemen bir merakla www.suzi 9mm.com'a girdim ve karşıma garip bir foto çıktı. Neyse portrelere girdim, birşey yoktu, 'eee nerde bu vahşet, nerde bu kanlı fotolar' dedim. Hemen solda menüde 'dead series' ve 'fetish''e girince bulmuş oldum.
Gündüz gözüyle bakarken pek etkilemedi ama kapadıktan sonra hafif bir mide bulantısı yaptı tabi. Gerçekten bu kadar yaratıcılık görmedim ben :) Şimdi yazıyı yazmadan önce bir gireyim dedim ama tırstım hiç açamadım :)
Artık fotodan anlayan arkadaşlar görüntülere mi takılır yoksa fotoğrafın ışığına, netliğine ya da perspektifine mi bilemem kolay gelsin :-)
28 Ağustos 2010 Cumartesi
Stevie Ray Vaughan
26 Ağustos 2010 Perşembe
"Bad Times, Sad Times" It's Blues Time!
Liste:
1- Ray Bailey - Bad Times, Sad Times
2- TONY JOE WHITE - Good in blues
3- Jimmy Thackery and The Drivers - Big Long Buick
4- Julian Sas, - Blues For J
5- Walter Trout Band - Marie's Mood
6- Jimmy Thackery and The Drivers - Solid Ice
7- Kenny Wayne Sheperd- While We Cry
25 Ağustos 2010 Çarşamba
Burcunuza göre güzelleşin
Evet arkadaşlar geçen seneki kopyaladığım :) burç yazısı sayesinde kendinizi tanımıştınız. Şimdi de aşağıda hemen kendinizi buluyorsunuz ve bu tüyoları uygulayarak güzelleşmeye başlıyorsunuz. Valla ben yayım ve iyi tutturmuşlar :) bakalım sizinki nasıl hehe
KOÇ
Adeta bir enerji tavşanısın. Seni iyi tanıyanlar, içten, enerjik ve girişken olduğunu bilirler. İyimser tavrın da herkesi etkiler.
Güzellik görüşün: İş güzelliğe gelince, senin diğerlerinden daha az makyaj yaptığını söyleyebiliriz. Hazırlanman bile en fazla 15-20 dakika sürer. Üstelik, ilgi odağı olmayı seven tip olmana rağmen… Kirpiklerine renkli bir rimel sürmeyi ya da hoş bir toka ile saçlarını toplamayı deneyebilirsin.
BOĞA
En sadık ve sıcak özellikler sende! Bu yüzden herkes seninle yakın arkadaş olmak istiyor. Çok sabırlı ve girişken olduğun da söylenebilir.
Güzellik görüşün: Gülüşün en önemli etkileyici silahın olduğunu göre, dudaklarını parlak bir rujla renklendirmelisin. Ciddi bir görünüm elde etmek istediğin zaman parıltılı ürünlerden uzak durmalısın. Ürün alırken genellikle pahalı olanları tercih edersin; bunun yerine uygun fiyatlı olanları da deneyebilirsin.
İKİZLER
İkizler en esprili tiplerdir, arkadaşların da seni bu yüzden çok seviyor. Alışkanlıklarının ve şartların değişmesine bayılırsın.
Güzellik görüşün: İkizler burcunda olanlar, genellikle görünüşlerini değiştirmeyi severler. Saçlarının rengini çok sık değiştirdiğin için yarı kalıcı saç boyaları tercih edebilirsin. Böylece saçların zarar görmez. Makyaj yaparken, kullandığın tonların çok çeşitli olmasına önem vermelisin.
YENGEÇ
En şefkatli, en verici burç, seninki. Sanatçı ruhu taşıyorsun, bundan dolayı da duygusalsın. Hayal gücün de oldukça kuvvetli.
Güzellik görüşün: Yengeç’ler her zaman doğal güzellikten yanadır, dış görünümüne önem vermezler. Neden o yaratıcı enerjinden biraz da güzelliğine katmıyorsun? Kendi tarzını ifade ederken çok aşırıya kaçmak zorunda değilsin, ama canlı ve enerji dolu renkte bir bluzu veya çarpıcı bir parfümü almaya çekinmene de gerek yok!
ASLAN
Kimse asla nerede olduğunu merak etmez, çünkü sen zaten ilgi odağısın, herkes senin peşinde pervane! Liderliği, başı çekmeyi çok seversin.
Güzellik görüşün: İş stile gelince, ciddi bir savaşçı olduğun söylenebilir. Çünkü bir yere gidilecekse, günler öncesinden ne giyeceğini planlayan, saçlarını saatlerce ayna karşısında yapmaya çalışan sensin! Makyaj ve cilt bakımı da senin için çok önemli. Güzel bir göz farı, bir rimel ve allık sürmeden dışarı çıkmak yok!
BAŞAK
Başak, düzeni sever. Sınıfta da bu göze çarpmıyor mu; en düzgün defteri tutan sensin. Evde de dolabın, yatağın çok düzgün olmak zorunda.
Güzellik görüşün: Çok mükemmelliyetçisin, bakışlarında bu hissediliyor. Sana göre, kızlar her zaman hafif bir makyaj yapmalı, saçları da derli toplu durmalı. Çok seçici bir tip olduğun için, büyük mağazaların güzellik reyonlarında deneme ürünlerini deneyerek hiç sıkılmadan saatlerini geçirebilirsin!
TERAZİ
Çok sosyalsin, hayatının dengeli ve uyumlu gitmesini de çok seviyorsun. Terazi’ler, erkekleri mıknatıs gibi çekme özelliği de taşır.
Güzellik görüşün: Evde oturmak yerine arkadaşlarınla sürekli dışarıda takılmayı seven birisi olduğun için, yüzünü ön plana çıkartmayı seviyorsun. Bunun için görünüşüne önem vermeli ve düzenli cilt bakımı yapmalısın. Tonlarca ürün ile yüzünü makyaja boğacak bir tip değilsin, ama özellikle cildine dikkat etmelisin.
AKREP
Akrep’leri sınıflandırmak zordur, çünkü kişiliğini, beğendiklerini veya beğenmediklerini aniden değiştirebilirler. Ayrıca gizemli ve çekidirler. Tıpkı senin gibi!
Güzellik görüşün: Şık ve güzel görünmeyi, görünüşünü sıklıkla değiştirmeyi çok seviyorsun. Saçında neyin iyi durduğunu biliyorsun ve asla çok çılgın bir şey yapmıyorsun. Kendini iyi tanıdığın için, makyaj ürünlerinde farklı tonlardaki ürünleri denedikten sonra kendine uyanları hemen bulabiliyorsun. Pastel tonlar tam sana göre.
YAY
Açık fikirli birisin. Bu yüzden arkadaş edinme konusunda ustasın. Esprilerinle ortalığa neşe saçıyorsun. Tek kusurun, bazen etrafına karşı sert olman.
Güzellik görüşün: Açık havada dolaşmayı seven bir tip olduğun için, cildini korumalısın. Üstelik de hassassa, koruma faktörlü ürünler kullanmalısın. Makyaj yaparken malzeme seçmeyi iyi biliyorsun. Renkli farlar ve rujlar, tam sana göre. Açık renk gözlü olanlar pastel tonlarını, koyu renk gözlü olanlar ise zümrüt yeşilini kullanmalılar.
OĞLAK
En mantıklılar Oğlak’lardan çıkar. Her şeyini düzenli tutmayı çok seversin. Ayrıntılarla ilgilenmek ve her şeyin mükemmel olması tam sana göre.
Güzellik görüşün: Planlı olmayı sevmen, güzellik anlayışına da yansıyor. Düzenli olarak saçlarını kestiriyorsun. Büyük ihtimalle uzmanların verdiği güzellik reçetelerini harfiyen uyguluyorsun. Aynı şeyi kuaförde de yapmayı dene; onun fikirlerine açık ol.
KOVA
Güzellik görüşün: Güzellik senin için çok, ama çok önemli. Her yanın makyaj, cilt bakım ve vücut ürünleri ile dolu. Ama tek sorunun, bakımlarını düzenli olarak yapmıyor olman! Bunun için, kendine uygun belirleyeceğin tarihlerde saçlarını kestir, cilt bakımı yaptır. Arada sırada banyo keyfi yapmayı da ihmal etme.
BALIK
Güzellik görüşün: Biraz hayalperest olduğun için her an değişiklik yapabilirsin. Su grubu makyaja çok düşkün olur. Makyajın her adımını ve kullandığın tonu adeta yaşarsın. Mükemmel ve sıradışı bir makyaja uzun zaman ayırmaktan çekinmezsin. Özellikle pastel tonlar ve açık renkler tam sana göre.
Y&T Ten 1990
1- Hard Times
2- Lucy
3-Don't Be Afraid Of The Dark
4- Girl Crazy
5- City
6- Come In From The Rain
7- Red Hot & Ready
8- She's Gone
9- Let It Out
10-Ten Lovers
11-Goin' Off The Deep End
12-Surrender
20 Ağustos 2010 Cuma
Desertrose Kaş'ta
Güneye gitmeyeceğim diye çok iddialı konuşurdum ama bu kuralı bozmuş oldum, ilk defa kollarımın kızardığını gördüm. İlk 3 gün kızarmış tavuk gibi geziyorsunuz hem de 30 faktör güneş kremi sürerek ve sürekli gölgede durarak. Gerçekten çok sıcak ama nem azdı neyseki. Sürekli mayışmış bir halde dolanıyorsunuz ki bizimkiler yaşayan ölülerin dünüşü modundaydı 8 gece boyunca. Fotodaki zavallı kedicik bile kendini musluğa atmış.
Kaş görebildiğim kadarıyla sevimli güzel küçük bir yer, dağlar arasında kalmış, neyseki tepelerde yapılaşma yok umarım da olmaz. Şimdilik temiz bir denizi var ve dar ve şirin sokaklardan oluşuyor. Marmaris ve Bodrum'daki barlar sokağı gibi sokakları var ama daha kısa ve tabiki o kadar çok bar yok, genelde takı, halı, hediyelik eşya ve restaurantlardan oluşuyor.
Bizim kaldığımız otele yakın olan plaj küçük çakıl plajı ama gerçekten de küçük :) Aynı zamanda burası halk plajı oluyor, bunun sağ ve sol tarafı 2 ayrı işletme tarafından işletiliyor. Ya halk plajına girip -asla gölge bir yeri yok- pişeceksiniz ve çakılların üzerinde kıçınıza taşlar bata bata oturacaksınız :)
Ya da güzelce bu işletmelere girerek konfor içinde ve kazıklanarak rahat rahat şezlongunuzda güneşlenip, gölgeye çekilebileceksiniz. Fiyatlar da et yemekleri 30- 40 arası, tavuk çeşitleri 20 civarı, makarnalar ve salatalar 10 - 15 arası değişiyor. Ama neyseki şezlong parası istemiyorlar :-) Buralarda da denize girmek için basamakları kullanıyorsunuz yani ayaklar yere değmiyor ona göre. Her yer kayalık aman dikkat. Kum falan yok. Bu arada sahilden girerseniz buz gibi bir suyla karşılaşıyorsunuz, kaynak suyu karışıyormuş galiba ama tesisten girerseniz ılık su sizi bekliyor.
Ramazan başlayınca otelde tek türk biz kaldık birara, neyseki sonra gelenler oldu ama sayılıydık. Sanki yabancı bir ülkeye gitmiş gibi hissettim kendimi. :) Dikkatimi çeken bir nokta da hiç üstsüz turist yoktu, acaba ramazana mı uyum sağladılar :-P
Araba varsa eğer biraz ilerde büyük çakıl plajı var, 25 dkka uzaklıkta Kaputaş Plajı (192 basamakmış) var, Patara var, Saklıkent var. Bunların hepsine gidecektim hepsine ama çakıl plajına çakıldık kaldık. O yüzden bu bölümün fotosu yok, ah ah, of of....
Neyse 3. gün tek hareketli günümüz oldu Kekova ve Adalar turu yaptık. Sabah çıktık akşam döndük bir o güzeldi. Pek çok yerde durduk, gezdik, yüzdük. Kavga etmediğimiz tek gündü diyebilirim :) Burası da Kaleköy. Çok şirin bir yerdi. Bütün fotoları koyamıycam :)
Tabiki normal akşamlarda bizimkilerin uykusu 21.00'de gelmeye başlıyordu ama bu tekne gezisi bizimkileri bitirdi :)
4. gün akşamı bana geldiler artık, orda bir rock bar bulmuştum, anneme "yürü gidiyoruz" dedim, hemen kabul etti neyseki. Gittik barın oraya hemen yukarı çıktım bizimkiler beni aşağıda bekledi, ben de yukarı çıkıp ordan anneme bağıracaktım "anneee gel, burda yer var" diye ve bunu da yaptım :) Oturdum bir yere oh be müzik güzel, 80'ler Guns'n Roses çalıyor, süper, derken bir baktım ki 3'ü de geliyor! Eyvah rezil oldum :) Neyse bunlar etrafı bir inceledi ve gittiler, annemle tek kaldık. Bira içtik 33'lük ve 6 liraydı.
Aslında 4. günden sonra bizimkiler sıkılmaya başlamıştı. Kaş küçük, hep aynı yerleri geziyoruz, bir bank keşfettiler. Ondan sonraki akşamlar çıkar çıkmaz o banka gidip oturmaya başladık, ordan sonra da bir gece tek çıkmıştım yine dellendiğim bi geceydi, bunlara bir çay bahçesi buldum. Banktan sonra o çay bahçesine gidip adaçayı içer olduk her gece. Şu fotodan 3 tane daha var ama kıyafetlerim farklı :) Buraya oturur oturmaz annem hemen uyumaya başladı nedense :)
Artık tatil bitmek üzereydi. Son 2 gündü. Ne yamaç paraşütü (geçen seneki fiyatı 100 dolarmış) yapabildim ne de kanoya binebildim bari dalsaydım, bir kere dalmıştım, yine yapabilirim diye düşünceler sarmıştı beynimi. Son 2. gün yine uyuz uyuz şezlonglarda güneşlenirken bir anda yine atışmaya başladım bizimkilerle ve topladım eşyamı "yeter, ben gidiyorum dalmaya rahat bırakın beni" dedim çıktım gittim :) Kendimi o an en özgür hissettiğim andı. Koştur koştur bir tura gittim. Geç kalmışım 1 dkka içinde tekne kalkıyormuş kaçırdım tabi, tüh. Bende teknelerin oraya gitmeye karar verdim. Yine koşa koşa gittim. Dalışa giden teknelerden biri motoru çalıştırmıştı, "bir dakikaa" diye bağıra bağıra yetiştim, dolmuşa gider gibi :) adamlarda şaşırdı. Neyse tam gidiyolardı ama aldılar beni zamanında yetiştim, hehe süperdi süpeer. Bunun fiyatı da 50 TL'ydi.
İşte bir tatil daha böyle geçti ama söz verdi bizimkiler, seneye arkadaşlarımla çıkmama izin vereceklermiş tabi beni keklemiyorlarsa eğer:) ama bayan da lazım bana şimdi tek tek isim isteyecekler o zaman :)
Ay neyse benden bu kadar, biraz uzun oldu ama bayağı bir bilgilendiğinizi de düşünmekteyim sevgiler saygılar arkadaşlar :)
10 Ağustos 2010 Salı
30 yaşına gelmeden okunması gereken 30 kitap
Bu kitap muhabbetinden sonra ntvmsnbc sayfasında geçen gün gördüğüm liste geldi aklıma o listeyi aynen sizinle paylaşmak istedim. İşte 30 olmadan okumamız gereken 30 kitap ;
George Orwell - bin dokuz yüz seksen dört
Anthony Burgess - Otomatik Portakal (filmini izledim)
J.R.R Tolkien - Yüzüklerin efendisi (okudum)
Harper Lee - Bülbülü öldürmek
Ernest Hemingway - Çanlar kimin için çalıyor (bi ara deserthawktan alıp okuyacağım)
Lev Tolstoy - Savaş ve barış
Thomas Paine - İnsan hakları
Jean Jacques Rousseau - Toplum sözleşmesi
Gabriel Garcia Marquez - Yüzyıllık yalnızlık
Charles Darwin - Türlerin kökeni
Hermann Hesse - Siddhartha
Thomas Merton - The wisdom of the desert
Malcolm Gladwell - Kıvılcım anı
Kenneth Graham - Söğüt ağaçlarındaki rüzgar
Sun-Tzu - Savaş Sanatı
Charles Dickens - David Copperfield
T.S. Eliot - Four quartets
Joseph Heller - Madde 22
F.Scott Fitzgerald - Muhteşem Gatsby
J.D.Salinger - Çavdar tarlasında çocuklar
Dostoyevski - Suç ve ceza (şu an hala okuyorum ama pek hızlı diilim)
Niccolo Machiavelli - Prens
Henry David Thoreau - Doğal yaşam ve başkaldırı
Platon - Devlet
Vladimir Nabokov - Lolita (bunun da filmini izledim sayılırmı bilmem (;>)
David Allen - İş bitirici
Dale Carneige - Dost kazanma ve insanları etkileme sanatı
William Golding - Sineklerin tanrısı
John Steinbeck - Gazap üzümleri
Mihail Bulgakov - Usta ile margarita
http://fotogaleri.ntvmsnbc.
Şöyle bir bakınca bu programın çoook gerisindeyim ben peki sizde durum nasıl?!?
6 Ağustos 2010 Cuma
Sıkıcı
Çanta toplamak bile çok sıkıcı heves olmadığı için...
Artık sabah kahvaltı sonra sahil, akşam yemek, üstüne birkaç tur yediklerimizi eritmek için sonra herkes odasına çekilcek, erkenden yatarız :) Ertesi sabah yine aynısı ve diğer günlerde ay düşünmeyeyim en iyisi :)
Sonra işe 3 gün kala işe gitme stresi başlayacak en kötüsü de bu işte ühühü
3 Ağustos 2010 Salı
Under The Gun
31 Temmuz 2010 Cumartesi
Lake Of Tears
Tanıtmaya çalışacağım grubu senelerdir bilmeme karşın albüm olarak dinlemeye başlayalı 6-7 ay oldu. Sizlerde dinlerseniz eğer bir Anathema tarzı algılayacağınızı düşünmekteyim. Hatta izledikleri yol bile aynı sayılabilir. Çünkü iki grubunda ilk albümleri doom - gothic metal olmasına karşın şu anda daha çok progressive rock yapmaktalar. Grup tekrar birleştikten sonraki albümlerinde (son albümlerinde) metal parçalara yer vermişler.
Favori albümüm şu an için "Forever Autumn", albüm şarkılarının çoğu kafa ağrıtmayan, inişlere çıkışlara sahip rock parçalarından oluşmakta.
Bunun dışındaki diğer albümlerinde, albüm başına en az 2-3 tane benim açımdan güzel şarkıları bulunmakta.
Sevdiğim bir kaç örnek şarkı aşağıda yer almaktadır.
Albüm Listesi:
1993 Lake Of Tears [Demo]
1994 Greater Art
1995 Headstones
1997 A Crimson Cosmos
1997 Lady Rosenred [EP]
1999 Forever Autumn
2002 The Neonai
2004 Greatest Tears Vol. I [Compilation]
2004 Greatest Tears Vol. II [Compilation]
2004 Black Brick Road
2007 Moons And Mushrooms
Kısa tarihçesi:(Kaynak:Wikipedia)
1992 yılında Daniel Brennare, Jonas Eriksson, Mikael Larsson ve Johan Oudhius adlı müzisyenlerin Death Metal'i bırakarak, başka müzik türleri arayışı sonucunda bir araya gelmeleri ile kurulmuş bir gruptur. Üyeler bir araya geldiği anda ilk olarak bir demo kaydetmeye karar verir ve bunun sonucunda üç şarkılık bir demo kaydı yapılır. Kaydedilen demo albüm, Black Mark Productions adlı müzik yapım şirketinin o kadar ilgisini çeker ki, grupla bir sözleşme imzalamaya karar verirler ve böylece ilk albüm için çalışmalara başlarlar.
1994 yılında grup,toplam sekiz şarkıdan oluşan "Greater Art" adlı debut albümlerini tamamlayarak piyasaya sürerler. Greater Art albümünü, 1995 yılında tamamlanan ve toplam dokuz şarkıdan oluşan "Headstones" albümü izler. Tüm bunlardan sonra, grup bitmek bilmeyen bir Avrupa turnesine çıkar ve 1996 yılında Jonas Eriksson isimli gitaristi üzücü bir şekilde kaybederler.
Üçüncü albümleri olan "Crimson Cosmos" 1997 yılında yayınlanır ve metal çevrelerince büyük bir ilgi görerek, başarılı olur. Progressive Metal tınılarını çok hissettiren bu albüm, dinleyiciler tarafından da çok beğenilir ve unutulmayanlar arasındaki yerini alır. Crimson Cosmos albümündeki asıl kilit kişi, fazla göz önünde bulunmayan Christian Saarinen dir. Çünkü albümde kullanılan klavye partisyonlarının bir çoğunda onun emeği vardır.
1999'da grup "Forever Autumn" adlı albümünü yayınlar, bu albümde bulunan "So Feel Autumn Rain" adlı parça, birçok kişiyi etkiler ve grubun en sevilen şarkıları arasındaki yerini almasını sağlar.
2001 yılına gelindiğinde,grup içindeki kişisel problemler yüzünden dağılma kararı alınır ve grup bir süreliğine de olsa sessiz kalır. Ardından vokalist Daniel Brennare; grubun resmi sitesinden açıklama yaparak, grup üyeleriyle birlikte son bir albüm doldurmak istediğini söyler. Bunun üzerine tüm grup toplanarak, "Neonai" ismindeki beşinci stüdyo albümünü doldurur. Kısa süren ayrılıktan sonra, grup 2003 yılında tekrar bir araya gelir. 2004'te "Black Brick Road" isimli albümü doldurarak Ağustos 2004'te piyasaya sürerler.
Album - 1999 Forever Autumn
Album - 1999 Forever Autumn
Album - 2007 Moons And Mushrooms