Bazı filmler vardır o denli büyüktür ki övmek için nitelendirme sıfatı bulmakta zorlanırsın, yine bazı filmler vardır o denli ‘’bayağı’’dır ki ‘’kötü’’ bile olamayışından mıdır nedir eleştiri denen işi zorlu bir hale getirir. İşte The Alamo da tam olarak ikinci kategoriye denk düşen bir film.
İşe filmin öyküsünü ve gişedeki(bizzat Amerika’da) vahametini -daha isabetli bir tabirle- iki seksen uzanışını hatırlatmakla başlayalım da durumun ciddiyetini daha iyi kavrayalım. Öncelikle belirtmekte yarar var ki Alamo Kalesi Amerikan tarihinde Teksas’ın ülke topraklarına katılması açısından önemli bir konuma sahip. Ve fakat gel gör ki böylesi kritik bir savaşı konu alan kutsal kahramanlık öyküsünün bizzat o kahramanların varisleri tarafından kaale alınmamış olması insanı ister istemez düşünmeye sevk ediyor. Belki de öykünün herkesçe bilinen bir sonu olması ve filmin bunu avantaja çevirememesi asıl nedendi, yani salt hikayesinden başka filmin dikkate aldığı herhangi bir mefhum yoktu…
1835-36 yılları arasında Albay William Travis ve emrindeki ufak askeri birliğinin, gönüllü ve yine küçük bir grup asker ile zamanında halk efsanesi/kahramanı halini almış isim Davy Crockett de dahil olmak üzere bir avuç adamla Alamo Kalesi’nde 2000 kişilik ‘’kaka’’ ve ‘’cız’’ diye tabir edilmesi meşru Santa Anna’nın ordusuna karşı verdikleri mücadelenin hikayesi bu.
Film seyircilerce yeterince ‘’hareketli’’ olmamakla itham edilirken, eleştirmenler de filmde ele alacak bir yan bulamadıkları için filme burun kıvırdılar -haklı olarak. The Alamo her anlamda yapımda emeği geçenlerin elinde patladı desek yeridir. Bunun sebebi her iki kesime de dalkavukluğa yeltenmesi olsa gerek. Lakin gişeye oynamak ile sanatsal olmak arasında ikili oynarken ikileme düşmesi neticesinde ikisine de sap olamıyor. Hülasa açıktan kazanmaya çalışırken pek çok yönden açık veriyor The Alamo.
John Lee Hancock’ın filmi sıkıcı olmaktan ya da akıcı ol(a)mamaktan hüküm giymemeli. Bu basit bir suçlama olurdu hakkında. Zira Theo Angelopoulos ya da Yasujiro Ozu filmlerine bağışıklık kazanan bünyemiz filmdeki hareketsizliği zaaf olarak değerlendirmedi. Filmde göze batan daha önemli sıkıntılar mevcuttu. Nedir örneğin? Ana ve ‘’örnek’’ karakterlerin(kahraman mı demeli yoksa) pembe dizi karakterleriymişçesine birbirlerine düşürülmesi, o da yetmezmiş gibi mahalle kadını ağzıyla birbirlerine entrikalı laflar sokmaya teşebbüs etmeleri hem filmin yakalamaya çalıştığı(ama açıkça yakalayamadığı) ciddiyeti baltalıyor hem de onu bayağılaştırıyor basbayağı.
Başka? Dramatik yapıyı güçlendirmek adına iyi adamların karşısına her türlü kötü sıfattan nasibini almış karşı güç(karakter) koymak gibi kolay yola kaçıp kaçak güreşmek uygun görülmüş senaryo yazılırken. Öyle ki Meksikalılardan tiksinmememiz için hiçbir neden kalmıyor hatta elimize silah verseler gidip Alamo adına seve seve canımızı vereceğiz. Onlar ki yakaladıkları asileri kurşuna dizerken kura çekmek gibi ulusal ve ‘’etik’’ bir geleneği göz ardı edecek kadar gözleri dönmüş canavarlar. John Lee Hancock böyle düşüneceğimizi sanarak latife ediyor olmalı, latife canım.
Ben ise belki de haddim olmayarak filmdeki tek bir karakteri kandilli temennaya layık görüyorum; Santa Anna’yı (Amerika hakkındaki ileri görüşlülüğünü kim inkar edebilir ki)… Bu rolün hakkından Emilio Echevarría öyle bir başarılı geliyor ki film bittiğinde yanıma kar kalan tek şey performansı oluyor, kendimi bir tek bununla avutabildim. Yüzü, yürüyüşü, bakışı, gülüşü(sinsice sırıtışı mı demeli), korkunç karakterine yamadığı nezaketi ve her haliyle ‘’iyi’’ yazılmış ‘’kötü’’ bir kahraman. Diğer oyuncuların da hakkını vermek gerekmiyor lakin kapasitelerini de şöyle bir düşününce Echevarría’dan başka işini ciddiye alan yok gibi bir sonuç çıkıyor. Su katılmamış ifadeyle filmin oyuncu seçimi yanlış olmasa da oyuncuların film seçimi isabetsiz bir karar olmuş.
Filmin eleştirilen başka bir yönüne de değinmek istiyorum: Savaş sahnelerinin yetersizliği… İşte buna katılmıyorum, bence filmin övülebilecek nadir niteliklerinden birisi savaş sahnelerinin tasarımı ve canlandırılmasıdır. Sanaldan uzak bir kaos yaratılmaya çalışılmış, yaratılmış da nitekim(yediği kurşunla birlikte ölü taklidi yapan böcekleri andırarak yere kapaklanan figüranları görmezden geliyoruz burada). Ancak aralara sıkıştırılan beylik konuşmalarla birlikte alttan verilen coşturmaya yönelik olduğu aşikar müzik de filmin bu iyi vasfını gölgede bırakıyor.
John Lee Hancock son kez can havliyle filmin paçasını kurtarmak adına duygu sömürüsüne yeltense de ne yazık ki onu da palas pandıras yapmaya çalıştığı için adamakıllı beceremiyor. Zulu filmine yaptığı gönderme(Meksikan bandosuna karşı Davy Crockett’in keman çaldığı sahne) için de övülmüyor kimselerce… İzlenip ders alınası bir film…
3/10