Her ne kadar Zulu; yaşanmış, gerçek ve adeta destansı bir olaydan hareket edilerek bizzat İngilizler tarafından çekilmiş olsa da kendine edindiği dert askerlerinin ne kadar kahraman ve yürekli olduğunu sinema aracılığıyla tüm dünyaya ispatlamak değil.
Film, 22 Ocak 1879 yılında Zulu halkının yaklaşık 1500 kişilik İngiliz ordusunu yerle bir etmesinin hemen ardından 4000 adamıyla İngilizlerin hastane ve inşa ettikleri ve yaklaşık 140 askerle korunan bölgelerine saldırmalarının hikayesini ele alıyor. Hikayesi aksini vaat etse de lirik bir savaş filmi ile karşı karşıya olmadığımız daha açılış sahnesinde rahip Otto Witt’in sözleriyle vurgulanıyor: ‘’Cesaret paradan daha önemli.’’ Bu sözlerle yönetmen Cy Endfield rakiplerini ya da daha doğru bir deyimle düşmanlarını yüceltiyor. Hazır yönetmenin adı geçmişken isminin çoğu kişiye yabancı gelebileceği aşikar, haklı olarak. Zira filmografisinde adamakıllı başarılı ya da popüler olmuş film yok desek yeri, Zulu’yu genellemenin dışında bırakacak olursak… Lakin bu kıstaslar göz önünde tutularak filmi gayri ihtiyari amiyane ummak şiddetli yanılsamaya dönüşebilir bünyenizde çünkü Zulu yönetmenin ismi için beklenmedik bir şekilde keramet niteliğinde.
Muhabbet yönetmenden açılmışken, film içindeki rolüne bakınca belki de eleştirilmesi en mümkün eksiklik olarak karşımıza çıkıyor. Filmin biçemindeki olgunluğun yönetmenin bilinçli seçimlerinden vücut bulduğunu söyleyebilmek kolay değil. Filmi senaryo sürükleyip götürüyor amacına dek. Ridley Scott ya da Terrence Malick filmlerindeki görsel üsluptan, stilize çalışmadan ufak bir kırıntı dahi yok Zulu’da. Dediğim gibi yönetmenin filme katkısı olsa olsa oyuncuları yönetmekten ibarettir, emin değilim. Görüntü yönetimi de özensiz yapılmış hissi uyandırıyor dersek çok mu ileri gitmiş oluruz! Üstelik neden ‘’Zulu’’? Daha iyi bir isim bulamamışlar mı bulmak mı istememişler?
Bunca menfi eleştiriden sonra Zulu’yu özel kılan nedir? Basit, çünkü bir savaş filmi değil savaş üzerine yapılmış bir film aynı zamanda beylik ve kesin bir eleştiri de değil –diğerlerinden farklı olması da buradan geliyor… Filmde tek bir savaş var ve o da belli ki kasıtlı olarak mümkün olduğunca geciktiriliyor. Uzun bekleyiş ardından gelen savaş esnasında da seyirci için herhangi bir coşku unsuru servis edilmiyor. Bu yüzden eğlence arayanları savaşın bizzat kendisiyle yüzleşince heveslerinin kursaklarında kalacağı konusunda uyarmış olayım da.
Bu savaş meydanındaki askerler ölüm meleği değiller, zaten ölüm mefhumu da gerek film için gerekse de Zulu halkı için fazla bir anlam ifade etmiyor. Zira Zululular problem kendi adamlarını öldürmek de olsa ölümün önünde dans etmek de olsa gerekeni yerine getirmekten hiç çekinmiyorlar yine de bu tutumları asla seyircinin onları duygusuz olarak sıfatlandırmalarına mahal vermiyor; o ayrı. İngiliz cephesine göz atınca da yine o beylik kahramanların hiçbirini göremiyoruz. Çünkü bu cephenin askerleri inekle muhabbet etmeyi, ses tellerini açmayı, konser vermeyi savaşa tercih eden insanlar. Kimisinin aklı çelinmeye hazır diğeri ise silahına süngü takmaktan aciz. Öte yandan hasta yattıkları yatakta dahi kendileri hatta hayatları için çırpınan rahibin kızına saygısızlık edecek kadar ‘’insan’’lar da. Korunması gereken bir erdem, özgürlük ya da savaşmak için özgürlük ise mevzubahis bile değil. Hatta neden savaştıklarını dahi bilmiyorlar, sadece orada oldukları için savaşıyorlar, kimisi hırsız olduğu için kimisi de can sıkıntısından kendini savaş alanında buluyor. Öldükleri zaman sebebini dahi bilemeyecek oluşları kendi adlarına yazılmış büyük bir trajedi iken aldıkları son nefesle ‘’Neden?’’ sorusunu yöneltmek ruhlarını şad etmeye yetecek kadar gayretli bir girişim olmasa gerek. Amaç belki de sadece insanın hoyratlığından doğan güçlü olmak/kazanmak işi hem de konunun ne olduğuna önem vermeksizin, bu bir savaş da olabilir basit bir şarkı da. Onlar da ‘’insan’’ oluşlarının bedelini ödemek adına biniyorlar bir alamete gidiyorlar kıyamete nitekim…
Daha önce de değindiğim gibi savaş sahneleri asla coşkulu bir heyecan vaat etmiyor, hatta izleyici kimin kazanacağını merak etmekten çok başka nosyonlar hakkında muhasebe yapmakla meşgul oluyor o sırada. Bunun sebebi savaşın olabildiğince yapay resmedilmiş ve gereğinden uzun tutulmuş olması. Savaşın kendisi yapay olsa da bu duruma tezat teşkil eden gerçek insanlar filmi sürükleyip götürüyor. ‘’Kahraman’’ İngilizlerin düşmanlarıyla ilk yüzleşmeleri esnasında yüzlerinde beliren ifade gözden kaçacak gibi değil. Açık seçik ve haklı olarak, bir şekilde korkuyorlar. Savaş arasında John Chard ile Gonville Bromhead arasında geçen ikili diyalog ise korkularını adeta tescil ediyor. Bromhead’in ‘’İnsanın korkudan ağzı kuruyor,’’ sözünü Chard samimi bir itirafla yanıtlıyor: ‘’Bir nehiri içebilirdim!’’
Düşmanları, yani Zulular ise kana susamış düşmanlar değil kesinlikle. Aksine söz konusu öldürmek olunca zaman zaman gözlerinde bir anlık tereddüdün belirdiği anlara dahi şahitlik etme şansımız oluyor izleyen olarak… Evet nitekim ölmekten korkmasalar da öldürmek bazen sorun teşkil ediyor. Ölüme gayri ciddi yaklaşmaları da savaş konusundaki garip yöntemlerini ve cesaretlerini(enayilik diye de okunmaya müsait durum) anlamak adına mantıklı bir gerekçe sunuyor seyirciye.
Hemen yazımın başında adı geçen ve susması imkan dahilinde olmayan rahip Otto Witt’in hikayedeki yeri ve rolü felsefi yorumlara açık olmasından dolayı ayrı bir önem arz etmekte. Bir rahibin savaş ortasında ne işi olabilir, üstelik hikayenin gidişatı içerisinde yeri yokken? Bu karakter işte o an bir anda soyutlaşıyor ve ağzından çıkan kelimelerle birlikte ‘’vicdan’’ kimliğine bürünüyor. Chard’ın vicdanını susturmak için onu kilit altına alması ise manidar bir hal alıyor, şöyle bir düşününce. Üzülerek belirtmek zorundayım ki sonuçta vicdanları da ayakta duramayacak kadar sarhoş olarak onlara ihanet ediyor, belki vicdanlarının sağlam olmayışından kaynaklıdır bu ‘’günah’’ da. Ama ondan önce de Tanrı’nın vicdanı görmezden gelmesi ya da hiç görmemesi gibi bir sorunsal var ki o ayrı bir tartışmanın ham maddesi…
En nihayetinde Zulu savaş sonrası hissedilen şaşkınlık, utanç ve sevinememe ruh hallerine getirdiği sorularla ve kendisini izletirken seyircisine ‘’Vur, öldür, gebert!’’ gibi hırçın hatta insanlık dışı(tabi insanlık nedir onu da tartışmak lazım, zira kullanım yeriyle yanlış bir anlam yüklenebilir bu deyime) sözler söylettirmemesi daha da önemlisi finalde düşmanları kutsayarak iki tarafı da hem kazanmış hem de kaybetmiş(daha çok) olarak gösterebilmesiyle ve belgeseli andıran haliyle de ‘’öpözgün’’ bir seyirlik…
‘’Savaşı savaş olmasın diye yaptı, yayını kırdı ve mızrağını toprağa sapladı…’’
7/10
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder