29 Haziran 2008 Pazar

Diablo 3 And The Heavens... Shall Tremble


Diablo 3 And The Heavens... Shall Tremble
Yaklaşık 8 senelik bekleyişin ardından, 28-29.06.2008 tarihlerinde düzenlenen Blizzard 2008 Worldwide International Konferansının açılış toplantısında Türkiye saatti ile 13:30 Diablo III oyunun resmi olarak yapılmakta olduğu açıklandı. Açıkçası benim gibi Diablo fanatikleri için hayalden öte bir bekleyişti ve sonunda gerçekleşti tabii bu sadece başlangıç oyunun ne zaman çıkacağı ve ne kadarın tamamlanmış olduğu açıklanmadı ama en iyi ihtimalle 2009 senesinde çıkacağına inanmaktayım. Oyun ile ilgili edindiğim bilgiler ve izlediğim videolardan sonra, hem konu hem grafiksel açıdan oyunun temeline sadık kalmaya çalışacağını düşünüyorum buda çok önemli bir unsur tabiiki 3d teknolojisi kullanılacak ancak bu kullanım daha çok oyun dinamkilerinde ve grafiklerde iyileştirme amaçlı olarak oluca yani bildiğimiz kamera açısı devam edicek kullanılmaya, konu olarak fazla bir açıklama olmasada sonuçta hikayesi herzaman kuvvetli olan Diablo serisinin devamında da kuvvetli olmasını beklemekteyim çünkü Dİablo özel yazarlar tarafından hazırlanmakta olan hikayesi kullanmaktadır ve kitaplaştırılımış seride Diablo oyununa paralel olarak ilerlemektedir.

Kısaca şu an için beklentilerim karşılığını almış gibi gözükemekte ve umarım da en kısa zamanda çıkacak. Yeni bilgiler aldığım sürece burayı güncelleyceğim elbette.


Official Site: www.blizzard.com/diablo3

Bu siteden videoları indirebilirsiniz ancak oyun içi videosu biraz büyük 568 mb kadar şimdiden söyleyeyim :)

20 Haziran 2008 Cuma

Rock müziği Tarihi-1 ( 1877-1960 )

Müzik ile ilgilenen biri olduğumdan ve bu konu hakkında gerekli gereksiz çok bilgi edindiğim için böyle bir yazı hazırlamaya karar verdim. İnternet sitelerininde yardımıyla sizleri Rock'ın icadından günümüze bir tarih yolculuğu bekliyor bu yazıda. Evet başlıyoruz !

Rock müzik için wikipedia; "20. yüzyılın sonlarında ortaya çıkmış, genellikle elektro gitar, bas gitar ve bateri gibi enstrümanlarla beraber vokal melodi taşıyan popüler müzik formudur" diyor ve bu çok eski zamanlara dayanıyor. Bazıları Elvis Presley'i bazıları ise Chuck Berry'i milat sayıyor müzik tarihinde. Black Sabbath'ın Heavy metal'i keşfetmesi veya Sex Pistols'ün punk rock'ı endüstriyelleştirmesi, Michael Jackson'ın yaptıkları hep kilometre taşı olarak değerlendiriliyor müzik otoritelerince. Fakat bunların tümünden önce bilime ve müziği rock'ı anlamamızı sağlayan adamlara geri dönüş yapmalayız. Johann Sebastian Bach kullandığı notalarda sanki yüzyıllar sonrasının dünyasına hitap ediyordu. Fakat bu kadar geriye gitmektense tarihsel miladımızı Thomas Alva Edison'un Phonograph adlı cihazını keşfetmesi olarak değerlendiriyoruz. Ve işte tarihlerle Rock !

- 1877 : Thomas Alva Edison Phonographı icad ederek ilk sözlerini söyledi " Mary had a little lamb...."

- 1915 : The Chicago Automatic Machine & Tool Company Jukebox diye bildiğimiz plakçaları icad etti

- 1929 : Türkiyede yaygın olarak "Taş plak" diye bilinen 78 devirlik plak icad edildi.

- 1931 : Adolph Rickenbacker elektrik gitarı icad etti ve dünya artık titreşimli yükseltilebilir gitar sesini dinlemeye başladı

-1940lı yıllarda radyolar Count Bassie'den Pete Johnson'a kadar R&B denilen müzik tarzını benimseyerek çalmaya başladılar. Bu tabikide günümüzdeki R&B dediğimiz kültürün tam zıttıdır. Her müzik türü değişikliğe uğrar ve Rock müziğin temeli de R&B'dir. Fakat bu müzik türü yıllar geçtikten sonra Rap ve Hip Hop ile karışarak dejenere oldu.

-1947 : Ahmet Ertegün ve Herb Abramson tarihin en büyük R&B plak şirketi Atlantic Records'u kurdular

- 1950 : Fats Domino rock tınıları taşıyan ilk albümünü çıkardı.
- 1950 : Atlantic Records dünyanın 1 numaralı plak şirketi oldu

- 1951 : 45lik çalan jukebox piyasaya sunuldu
- 1951 : Sam Phillips ( ki kendisi Elvis ve Johnny Cash dahil bir çok müzik dehasını keşfeden adamdır ) Memphis'te Ike Turner'ın grubunu kaydetti
- 1951 : Les Paul'ün elektrik gitarı bir numaralı pop hiti olan "How High the Moon" parçasını çaldı

- 1952 : Sam Phillips efsanevi Sun Records'u kurdu ve çoğunlukla blues müzisyenleri kaydetmeye başladı.

- 1954 : R&B siyahi vokallerin eline geçti ve büyük patlama kaydetti. Bunlara öncülük eden şarkılardan biri de The Penguins tarafından seslendirilen ve Back to the future filminden hatırladığımız "Earth Angel" dır. Aynı yıl pop plak şirketleri R&B karşısında siyahi müzisyenleri transfer ederek daha çok satılan işler yapmaya çabaladılar.

- 1954 : Kral ilk defa mikrofana geçti ve Sun Records'a konuştu. Elvis Presley - That's All right Mama

- 1955 : Chuck Berry'nin Maybellene'i tüm dünyayı sallayarak pop listelerini yıkıp geçti. Aynı yıl Bo Didley'nin kendi adını taşıyan albümü R&B listelerinin başına yerleşti. Bo Didley dikdörtgen gitarıyla yarım asrın üzerinde rock n roll çaldı ve geçen hafta vefat etti.

- 1955 : Kral 35bin dolar karşılığında RCA şirketine transfer oldu

- 1956 : Rock N Roll filmlere ve televizyon şovlarına derinden nüfuz etti. Başta Fats Domino, Little Richard ve Eddie Cochran olmak üzere birçok sanatçı şovlarda boy gösterdi. Ve tabiki Elvis ilk televizyon şovuna bu sene çıktı. Akabinde kızlar çıldırdı falan filan :)

- 1958 : Jerry Lee Lewis'in ilk İngiltere turu, üçüncü karısının 13 yaşındaki ikinci kuzeni olduğu anlaşılması ile skandalla sarsıldı.

-1959 : Ray Charles ilk sözünü söyledi : "What'd I Say"
-1959 : 1955ten 59a kadar rock n roll satışları %15ten %43e çıktı ve rock tarihin en hızlı ilerleyen müzik türü halini aldı.

- 1960 : Roy Orbison "Only The Lonely" ile ilk hitini yayımladı.

Evet Rock müzik tarihinin 1960 ve 1970 li yıllarına bu yazı dizimin ikinci bölümünde devam edeceğim. Bu yıllar altın yıllar olacak ve sonlara doğru ortaya Beatles, Pink Floyd, Rolling Stones, Led Zeppelin gibi gruplar çıkacak. Dünya bu 10 yılı asla unumayacak ve üzerine rock müziği inşa etmeye devam edecek...

19 Haziran 2008 Perşembe

Firefox 3



Firefox internet tarayıcısının 3. versiyonu piyasaya çıkmış. Çıktığı ilk 5 saat içinde firefox 2 nin ilk günlük download sayısına ulaşmış. Tasarım olarak çok güzel, minimalist ve kullanışlı. Teknoloji olarak açık kaynak kodu ile oluşturulmuş. Üstteki barda çok hızlı bir arama özelliği var birşeyler yazdığınız anda history den arama yapmaya başlıyor ve sonuçları altta gösteriyor. İnternetteki birçok medya tipine uyumlu olarak tasarlanmış. Sonuç olarak güzel yapmışlar.
www.mozilla-europe.org/tr/firefox/

Firefox birde cep telefonları ve iPhone gibi dokunmatik taşınabilirler için bence bilgisayardakinden daha güzel bir tarayıcı tasarlamış, daha beta aşamasında olan tarayıcıyı vidyoda incelemişler, buyrun :

Firefox Mobile Concept Video from Aza Raskin on Vimeo.

Mutlu yıllar Garfield

Garfield Bugün 30 yaşında ! günün bandını sitemizde izlerken, Derleme ekibi olarak bizleri yıllardır tepkisizliği, tembelliği ve oburluğu ile güldürmeyi başaran bu şişman kediye mutlu yıllar dileriz. 19.06.1978 tarihinden bu yana bütün bantları http://www.listen-project.de/garfield/index.php sitesinde bulabilirsiniz.

18 Haziran 2008 Çarşamba

Büyüdük Ne Oldu?

Küçüklüğümüzde şöyleydi, böyleydi. Kimimiz yaramazdık, kimimiz asi idik, kimimiz annemizin sözünden çıkmazdı, kimi çalışkandı, kimi tembeldi, kimi kafa gözü dağılmış gezerdi. Bir söz vardırya hani 7 sinde neysen 70’de de osundur diye. Ben o söze inanan biri değilim. Belli alışkanlıklarımızdan kurtulamayabiliriz belki ama bazı alışkanlıklarımızdan da kurtulabileceğimize inanıyorum.

Burda hepimiz üniversite bitirmiş okumuş adamlar olarak büyüdüğümüzü de iddia edersek eğer; ki yok öle bişey. En azından ben büyümüş gibi hissetmiyorum. Ancak artık çalışan para kazanan bireyler olarak yıllardır ailelerimizin annemizin babamızın kırarız yada bozarız diye almadıkları oyuncakları bir bir alarak, çocukluğumuzda yapamadıklarımızı şimdi gerçekleştirdiğimizi görüyorum, mesela teknolojiye meraklı bir birey olarak bazı alet vede edevadı istediğim gibi alıp onlarla oynayabiliyorum. Ya da istediğim kadar gece gezebilme gibi bir lüksüm var. Ancak bunların hepsi bazı zorunluluklar getirmesi de ayrı bir nokta.

Dün akşam trt 2’de Okan Bayülgen çıkmıjş ve şu sergisi hakkında ve kendi hakkında birşeyler anlatıyordu. Anlattığı konunun özü ise ben sıradan bir insan olmak istemedim ve sıradan olmamak için elimden gelen herşeyi yaptım vs. vs. şimdi düşünüyorum biz sıradan adamlar mı olduk. Ya da sıradan olmak bu kadar kötü birşey mi? Büyümenin getirdiği kötü noktalardan bir taneside bu mudur? Bir başka soru ise bu günlerde okuduğum bir kitapta geçiyor. Onda da yazar diyor ki küçüklüğümde bulduğum huzuru büyüdükçe kaybettim ve savaşarak o huzura tekrar kavuşmak için elimden geleni yaptım.

Şimdi soruyorum büyüdükte ne oldu, huzurumuzumu kaybettik, sıradan mı olduk, yoksa çocukluğumuzda elde edemediğimiz oyuncakları alıp koca birer çocuk mu olduk?

17 Haziran 2008 Salı

2008'in kazandırdığı albümler

İkibinsekizin yaz sezonuna girerken gerek gidilecek konserlerin heyecanı gerekse havaların ısınmasının yarattığı sokaklara taşma isteği müzikal açıdan benliğimizi hırpalamakta. Bununla birlikte yeni albümleri dinliyoruz ve coşuyoruz.

Şimdi aşağıda bir iyi-kötü değerlendirmesi yapacağım yeni albümler hakkında.
Beğendiklerim arasında ilk gözüme çarpan Mick Hucknall'ın henüz çıkarmadığı ama mp3üne Atıl sayesinde konduğumuz Tribute To Bobby albümü var, ki Simply Red'in bu kırmızı adamı bence blues konusunda çok daha başarılı. İkinci olarak Cyndi Lauper'ın Madonna'nın izinden gittiği Bring Ya To The Brink albümü var ki oda daha çıkmadı sanırım. Fakat Madonna'nın Hard Candy'sinden daha güzel olduğu kesin ! The Best Of Joy Division punk'ı evlerimize geri getirirken tekdüze ritmleri alt etmek için hemen hoperlörlerimize Joe Satriani'nin ismi çok uzun olduğu için yazmak istemediğim fakat Aşık Veysel adlı şarkısını da barındırdığı son albümü koyuluveriyor. Akabinde ve detayında Duran Duran'ın rapçilerle çıkardığı rezaletide unutmayalım bu güzelliklerin içerisinde.

Mark Knopfler'ın Kill to get Crimson albümü yine bir önceki Shangri-La albümü tadında ve tonunda güzel bir ziyafet niteliğinde. Radiohead'in In Rainbows'u veya R.E.M'in Accelerate albümleri yine yapılmış olanların devamı gibi nedense. Ayrıca Peter Gabriel'in Big Blue Ball adlı uzun süredir üzerinde çalıştığı albümü gayet başarılı dünya müzikleri sentezliyor. Michael Schenker'in eski solistine kavuşmasını kutladığı son albümü In the Midst Of Beauty ve Whitesnake'in Good to be Bad'i 2008e gelinmesine karşın grupların fazla yol alamadıklarını gösteriyor malesef ! Fakat bunlardan farklı olarak Judas Priest'in Nostradamus albümü gayet başarılı. Journey daha öncede bahsettiğimiz gibi Steve Perry'nin boşluğunu doldurmaya çalışıyor halen ve Revelation albümünü piyasaya sundu 2008 yılında.

Herşeye rağmen 2008 rock ve pop müziği açısından üretken bir yıl olmaya devam ediyor. Ülkemizde üretkinlikten nasibini aldı ve birçok sanatçıyı dünya turnesi kapsamında ağırladı. Aklıma gelmeyen ama dinledikçe yazmaya devam edeceğim daha birçok albüme 2008de kavuştuk. Başka neler vardı ? Beğendiğiniz 2008 albümleri hakkında yazılarınızı bekliyorum

16 Haziran 2008 Pazartesi

Çocukluğumuzun vazgeçilmezleri

Yolda yürüyerek AOÇ dondurması yiyen bir adam gördüm bugün dükkandayken. Takım elbiseli kesin memur bi eleman. Aklıma geldi dedim bir yazı başlatayım. Adam büyük ihtimal çocukluğundan bu yana vazgeçemediği AOÇ dondurmasını diğer şatafatlı ürünlere tercih etmiş. Peki bizim tükettiğimiz neler vardı artık pek fazla bulunmayan ? Neleri hatırlıyoruz 80lerden 90lardan ? Ben birkaç tane yazıyorum devamını bekleriz :)

- AOÇ Dondurması
- Mabel Sakızı
- Eti Cin
- Sulugöz Sakızı (Teardrop)
- Meybuz denen muşambalı buzlanmış meyveli saçmalık
- Renkli makarnalar
- Sen sun gazozu ( bir iddiaya göre 70lerde logonun altında "biz içelim" yazıyormuş )
- Sakaryada satılan Goralı sandviç
- İngilizlerin After Eight naneli çikolatası ( Sonradan Nestle satın aldı )
- Tabiki Toblerone ( bunu bile Nestle satın aldı )
- Delikli nane Polo
- Hala yaygın bulunan Kolalı Jelibon
- Bir zamanın çocuklarını kumara yönelten Taso
...

15 Haziran 2008 Pazar

Squier by Fender, Strat Bullet

Malumunuz elektro gitarıma kavuştum.:) Bu gitarı almadan önce epey bir araştırma yapmıştım netten, gitar şöyle kötü böyle kötü söylemleri ve "abi işte yeni başlayacaksanız idare eder bir öğrenci gitarıdır" lafları dışında doğru düzgün bi ses kaydı bile bulamamıştım (youtube da var 1-2 tane). Neyse, hem gitarı almak isteyen ve sesini merak edenler için bi kayıt olsun, hem de parçayı paylaşayım istediğim için buyrun:

http://www.savefile.com/files/1610718

GNR, Knocking on Heavens Door

Gitar: Squier by Fender Strat Bullet
Amfi: yok, bilgisayar + Guitar Rig 3 (clean w/chorus, 1 dist efekt, 2 solo için 2 ayrı efekt :D )

Mark Knopfler Kuruçeşme Konseri

Selamlar arkadaşlar. Dün gece döndüğümüz Mark Knopfler konseri gezimiz tüm aksiliklere rağmen başarıyla sonuçlandı. Gerek Varan Turizm'in İstanbul'da kaybolması, gerek köprü trafiği, gerek ortaköy trafiği konseri kaçırmamıza yetmedi. Aksine ayrı bir hırs kazandırarak koşmamıza ayaklarımıza bambaşka bir kuvvet gelmesine neden oldu diyebilirim.

Konsere on dakika gecikmeli de olsa yetişebildik. İlk şarkı Cannibals ve sonrasında sanatçının sık sık çalmayı sevdiği şarkısı "What It Is" idi ve bu şarkıyı "Why aye man" takip etti. Bundan sonra tekrar What it is'e döndü ve sonra tempoyu iyice düşürerek "Sailing to Philedelphia" albümünün cılkını çıkarttı Mark amca. Konsere çok geç gittiğimizden gerilerde duruyorduk ve önümüzdeki kalabalığın düşük tempolu şarkıların ardı ardına gelmesinden dolayı ne kadar sıkıldığını gözlemledik. Öyle ki birara Reina'dan atılan havai fişekler konser izlemekten daha cazip geldi insanlara sanırım :)

Otobüste gelirken CNN TÜRK kanalından izlediğim Mark Knopfler basın toplantısında "ben popüler müzikle ilgilenmiyorum. Türkiyede yapılan rock müzik hakkında bir bilgim yok. Hatta ingilterede yapılan rock müziği de artık takip etmiyorum. Sanatçılar popüler kültüre yönelik çabuk tüketilen müzikler yapmayı tercih ediyorlar artık. MTV'de gösterilen müzikleri insanlar daha hızlı unutuyorlar. Benim yaptığım müzikle bunun bir ilgisi yok, bu yüzden fazla ilgilenmiyorum" diyordu. Ve haklıydı çünkü suratındaki ifade aynen " ben yaptım kardaş dinliyosanız dinleyin, ben bunu yapıyorum... stratındanda gibsonındanda aynı tonu yakalarım synth işine girmem hammondla harikalar yaratttıttırırım" der gibiydi.
Nitekim konserde de dinleyicinin ne beklediği ile fazla meşgul olmayan ve kendi solo albümlerine Dire Straits'den daha çok ağırlık veren bir tempo izledi. Dire Straits yıllarına ait olarak 5 şarkı çalındı konserde. Bunlar sırasıyla
-Romeo and Juliet (Arda'ya şu flüt solosunun ardından Romeo and Juliet çıkmazsa giderim ben burdan dediğim)
-Sultans of Swing ( konser izleyicisinin %90'ının beklediği )
-Telegraph Road ( bunca Straits şarkısı arasından çalınmasına çok şaşırdığım )
-Brothers In Arms ( çalmaz aaabi, mümkün diil çalmaz dediğimiz )
-So Far Away ( baba hala yaşıyor dediğimiz )

Solo albümlerinden ise Marbletown, Cannibals, son albümünün ilk şarkısı : True love will never fade, The fish and the bird, Hill farmer's blues gibi şarkılar çaldı Mark Knopfler. Konser ha bitti ha bitecek diye korkan izleyici heyecanla Money For Nothing beklerken bir anda Going Home : Local Hero Theme başladı ve aha geçmiş olsun sözcükleri yerleşti dudaklarımıza. Kalabalık çıkışta zeki bir konser izleyicimizinde bahsettiği gibi bu şarkı son bis şarkısıydı ve bunun ardına birşey koymazdı Mark baba. Tüm i want my MTV beklentilerimiz suya düşerken umarsızca arkamıza bakarak konserden ayrıldık.

Yeterince uzun olan bir konser olmasına rağmen şarkıların seyirciyi tatmin etmemesi sonucu kısa gibi gözüktü herkese. Fakat sahnede Mark Knopfler vardı ve insanlar bu adamın üç parmaklı çaldığı gitar stiline ve şarkı sözlerine hayrandı. Seyirciye spot ışık verildiğinde herkesin ellerini havaya kaldırıp So Far Away şarkısına el çırpması, ben ve Arda gibi konseri arkadan izleyen insanlar için muhteşem bir görüntüdür.

Beynimize kazınmış daha nice Mark Knopfler konseri anılarımızı teknik imkansızlıklar ve aptallığımız yüzünden fotoğraflara kazıyamadık malesef. Ama buna rağmen Arda cep telefonuyla Brothers In Arms'ı baştan sona kaydetmeyi başardı. Umarım yazımın altına yakın zamanda ekleyecektir. Bunun yanında 13,800 kişi izlediğimiz konserden küçük bir videoyu sizlerle paylaşayım.
Mark Knopfler - Kuruçeşme 13.06.2008

Koşuşturmacasıyla, İstanbul'un azizliği ve berbatlığıyla, ve en önemlisi Dire Straits şarkılarını Mark Knopfler vokalinden ve kırmızı beyaz stratocaster'ından dinlemekle bir konser maceramızın sonuna geldik. Son olarak belirtmeden geçemeyeceğim Varan Slooow ile seyahat etmeyin yaşlanırsınız :)

Konser bileti : 80 YTL
Konsere yetişmek için Taksim-Ortaköy arası Taksi parası : 10 YTL
Taksimde bir gece konaklama : 40 YTL
Mark Knopfler'ı canlı izlemenin keyfi : paha biçilemez :)

14 Haziran 2008 Cumartesi

Wolfenstein then & now



Hitlere karşı verdiği mücadelesiyle, labirentleriyle, kurtlarıyla, pistolüyle oyun dünyasının klasiklerinden biri olan Wolfenstein 6 mayısta 16. yaşını doldurdu. Wolfenstein, First Person Shooter oyunlarının atası, yol göstericisi ve kilometre taşlarından biridir. Bundan 16 sene önce yapılmış ilk versiyonunda bile insanın şimdi saygı duyabileceği birşeyler barındıran bir oyun.



Kare kafasıyla, değişik yüz ifadeleri takınarak altta duran wolfensteinın damage aldıkça ağzının yüzünün kayması, size karşı saldıran kurtların tek kurşunla ölmesi, milyonlarca açılmayan kapısı ile kültleşmiş bir oyun olan wolfensteinın daha sonra günümüz pc oyunlarına uyarlanmış ve bir o kadar da değiştirilmiş senaryosuyla yeni versiyonu hala piyasada bulunabiliyor. Oyunun devamı niteliğindeki ilk oyun 1992 yılında yapılan 20 bölümlük Spear of Destiny dir. Bu devam oyununu daha sonra 2001 de Return to Castle Wolfenstein ve 2003 de Enemy Territory takip etti. Yukarıda resimleri bulunan Wolfenstein 3D den daha eski versiyonlara geri gidersek 1983 yılındaki ilk oyun Castle Wolfenstein ve 1984 yılındaki Beyond Castle Wolfenstein ı bulabiliriz.


1983 yılında çıkan Castle Wolfenstein




Wolfenstein ın yeni oyununu oynayan varsa oyun hakkındaki artı ve eksileri bizimle paylaşabilir.

12 Haziran 2008 Perşembe

Journey'den yeni albüm "Revelation"

80lerin hard rock'ı standartlaştıran grubu Journey, ayrılıklara rağmen grubu dağıtmayıp birarada kalmayı başarıyor. 2001 tarihli Ariival albümüne kadar grupta vokal yapan Steve Perry rock tarihinin en bilindik seslerinden biri, bir ekoldür. Steve'in rock tarihinde o kadar çok taklidi vardır ki bazı gruplar bu sayede meşhur olmuşlardır. Steve'in vokali sayesinde gruptan esinlenerek meşhur olan gruplar arasında Bon Jovi, Survivor, Europe ve daha niceleri sayılabilir. Nitekim Steve'in gruptan ayrılması öyle büyük bir eksiklik oluştururki grup kurucusu Neal Schon yeni bir Steve Perry aramaya başlar. Steve Augeri 2001 yılındaki Arrival albümünün solisti ve Armageddon film müziklerindeki "Remember Me" adlı harika Journey şarkısının vokalidir. Yeni vokalistleriyle yola devam eden Journey yeni bir Steve taklidi bulmuş olmaktan memnundur (ki isim bile tutuyor :)) Ne yazıkki 2005te yayımlanan Generations albümünden sonra Journey yeni Steve'inden de ayrılmak zorunda kalır.

Tekrar vokalist problemi çeken ünlü klasik rock grubu, Neal Schon'un bu kez başka bir Steve Perry çakması olan Arnel Pinada'yı keşfetmesiyle hemen stüdyoya doluşur. Kendi sitelerindeki açıklamalarına göre Schon Pinada'yyı şöyle keşfetmiştir. “When I heard Arnel, I knew I had found our singer and immediately called management,” says Schon. “Next, I call Cain. And before we knew it, Arnel was on his way to the U.S. to audition. By the third day of full rehearsals with the band, it was a slam-dunk. Then, we proceeded into the studio where Arnel sang six Journey songs in one day. He sounded simply amazing. I looked at Cain and said, ‘there he is. This is our guy.’" Cain agreed.

2008'e gelindiğinde Journey hiç yapmadığı birşeyi yapar ve eski şarkılarını Arnel'e söyletir, kaydeder. İki disk olan Revelation, ilk diski yepyeni şarkılar ve ikinci diski klasikleşmiş Journey şarkılarının Arnel yorumuyla piyasaya sunulur. Şahsi fikrimi eklemeden yapamayacağım ; Kanımca Arnel birçok Journey şarkısında Steve'i taklit etmeye çalışsa dahi birçok yerde yetersiz kalıyor tıkanıyor hatta. Journey songbook Kevin Chalfant tarafındanda albüm olarak kaydedilmiş ve yine Steve'i yakalayamamıştı ki amaç bu değildi zaten. Fakat Arnel Pinada yeni bir Steve Perry olma yolunda daha çok fırın ekmek yemesi gerekmektedir ! Yazar yorumumu Steve Perry'nin ünlü şarkı sözü ile bitiriyorum
"Some will win, some will lose... Some were born to sing the blues"

Journey - Revelation (2008) (2 CD)
http://rapidshare.com/files/120786243/TriceMP3.com_Journey-Revelation-2CD-2008-XXL.part1.rar
http://rapidshare.com/files/120788477/TriceMP3.com_Journey-Revelation-2CD-2008-XXL.part2.rar
Şifre : TriceMP3.com
not : albümü zinhof sitesinden indirdim fakat bazı şarkılarda hatalar çıktı bu yüzden başka siteden alıntı yapıyorum bağlantıları. biriniz indirip sorun olup olmadığını bildirirse memnun olurum

Jon Lord yeniden Purple'da

Efsanevi Deep Purple grubunun yıllara meydan okuyan klavyecisi Jon Lord bir konserlik gruba geri döndü. Pinkfloydturk.net sitesi yazarı Okan arkadaşımın yazısından alıntı olarak haberi aşağıda yayımlıyorum.

"Eski Deep Purple klavyecisi Jon Lord, bu yıl düzenlenecek Sun Flower Jam yardım konseri için 25 Eylülde İngiltere Porchester salonunda grup arkadaşlarıyla yeniden sahne alacak.

Kendi sitesi JonLord.org dan yaptığı açıklamada bir seferlik olacağını söylediği bu konserde altı yıl sonra eski arkadaşlarıyla çalacağı için heyecanlı olduğunu söyledi. "Çok büyük bir heyecanla eski büyük Purple parçalarını seslendirmeyi bekliyorum" dedi.

"Tahmin ediyorum ki bazı yeni parçalar da çalacaklar ben onlara eski favorilerde katılacağım. Fikir Don Airey`i gruptan çıkarıp beni sokmak değildi. Bu onun için çok adil olmazdı" diyor.

Yardım vakfı Sun Flower Jam`in fikir annesi ise grubun davulcusu Ian Paice`nin karısı Jackie Paice. Daha önceki konserlere kendi grubuyla çıkan Jon Lord`a Jackie "bu kez Deep Purple da geliyor onlarla çıkar mısın?" dediğinde "tabi neden olmasın" dediğini söylüyor."

The Police son kez birarada !

Daha dün gibi hatırlıyorum Police'in yıllar sonra birleştiği haberini bu siteden vermiştim size. ( Alıntı : 80lerin efsanevi The Police grubu 49. Grammy ödüllerinde verdikleri mini konserden sonra dünya turnesine çıkma kararı almış bulunuyor sevgili gençler. )

Evet masal sona eriyor ve The Police 7 Ağustos günü Madison Square'de son kez bir konser için bir araya geliyor. 150 dolardan 5000 dolara kadar çeşitli özellikler taşıyan biletler iki kişilik olarak satılıyor. Detaylar www.publictelevisionrocks.org adresinden öğrenilebilir. Türkiyeye gelmeden Avrupanın ve Amerikanın binlerce mekanında çalmış bu efsanevi rock grubunun son dünya turnesi milyonlarca insana ulaştı. Thirteen TV sitesinde bu olayı " Concert Set to Be Biggest Fundraising Event in History of Public Television" olarak bildiriyor ve yanılmıyor kanımca. Konser Thirteen, WLIW21, and Thirteen HD, adlı televizyonlardan onların saatiyle 19:30 -21:00 arası yayınlanacak. Biletler ise 14 haziranda satışa sunuluyor. (Yerel saatimizle 02:30 oluyor)

Rock tarihinden torunlarımıza anlatacağımız anılarımız arasında yer alacak bu konseri kaçırmayın !

9 Haziran 2008 Pazartesi

Özgürlük

Herkes özgürlüğe mahkumdur
gülücük atan özgürüm suratları
yada kimseyi umursamayan bakışlar
anne babayı sevmemeler
kimseye özenmemeler
herkesten cümle çalmalar da
özgürlüğe dahil.

yalan aşklar,
mutsuz bakışlar,
güvensiz insanlar,
kimsesiz kıvranışlar
doğuran hep aynı özgürlük

bitirim adamlar,
şuh kadınlar,
sevilmeyen insanlar,
ya da kekremsi tatlar
yaratan hep aynı özgürlük

hissiz gülen suratlar,
israf konular,
ikonsuz görüntüler,
manasız yüzler
üreten hep aynı özgürlük

özgürüz diye caka satanlar
bilmezler bağımlılıklarının zirvesindeler
parasız pulsuz kalamazlar
haksız hukuksuz yapamazlar

aşk kokamayan sevişmeleri
yalanlarla bezeli birliktelikleri
şehrin ışıkları dahi
kimsesiz bırakmaya yeter özgürleri

kimse sevmez hayatla dalga geçenleri
özgürcükleri yada cümleciklerini
herkes özgürlüğüne düşkündür
ama herkes sevgiye himayeye muhtaç
akabinde ve detayında
nereden bakarsan bak
ne oğlan ne de kız ismi

Anıl ULUYÜCE 300308 0:49

Scorpions geliyor ! paranızı harcamayın !


4 dakika önce arkadaşımdan öğrendiğim kadarı ile biletix Scorpions'un 15 yıl aradan sonra Türkiyede konser vereceğini söylüyor arkadaşlar. Judas mı Scorpions mu ? yada kredi çekip ikisine de mi gidelim ? naapalım ?
http://www.biletix.com/yakinda.htm?id=53

Carlito’s Way

1993 yapımı amerikan yapımı bir film. Al Pacino, Sean Penn filmin başrollerini paylaşıyorlar. Film, klasik yeraltı dünyasını mafya babalarını anlatıyor. Al Pacino’nun zaten bu filmlere olan yakınlığı ile bilinir. Bu filmde alıştığımız Al Pacino’dan daha sert, daha az konuşkan, daha az telaşlı bir karakteri canlandırıyor. Sean Penn ise işin piri, kanunların, yasaların tüm açıklarını bilen bir avukat rolünde bunun yanında korkak, ne zaman ne yapması gerektiğini bilmeyen, telaşlı bir adamı canlandırıyor. Ancak Sean Penn’e kıvırcık saçın çok komik gittiğinide eklemek istiyorum.

Carlito filmin hemen başında hapisten yeni çıkmış bir suçlu rolünde ve kendini bu suç organizasyonundan kurtarmak gibi bir fikri var, bir daha hapishaneye girmek istemiyor. Namuslu bir iş kurup hayatının kadını Gail ile evlenmek istiyor. Malasef ne kadar uğraşırsa uğraşsın bir şekilde suç işlemek durumunda kalıyor.

Filminde geçen sözlerden biriyle yazıyı kapatıyorum; If you can't see the angles no more, you're in trouble.

8 Haziran 2008 Pazar

Rolling Stone's 100 Greatest Guitar Songs Of All Time



Biliyorumki şu başlıklı onlarca liste yapılmıştır ve hepsi yeterince karışık ve anlamsız gelebilir hepimize. Gerek Q Magazine olsun gerek Billboard olsun yada AllMusic gibi internet siteleri yıllarca bu konseptli listeler yaptılar. Fakat Rolling Stone Magazine sanırım 53 yıllık Rock N Roll tarihinin gerçekten en geçerli listelerinden birini oluşturmayı başarmış. Özellikle bunu anlamamda ilk on sayfa yeterli oldu. Çünkü en çok satan şarkılardan ziyade gerçekten gitar melodisi en güçlü olan şarkıları seçmişler. Listenin ortalarına geldiğimde gördüğüm U2'nun Where The Streets Have No Name'i ise diğer U2 şarkılarından sıyrılıp listeye girdiği için ayrı bi sevindim. Ayrıca listeyi benimsememdeki en önemli özellik bir yaşayan efsane olan Chuck Berry'nin listenin en başında parlayarak Jimi Hendrix'in önünde durmasıdır. İşte budur dedim ve Rock N Roll tarihinin en bilinen şarkılarını yazan bu efsanevi gitariste bir kez daha saygıyla şapka çıkardım. Joe Perry'nin (Aerosmith gitaristi) bir lafını yazmışlar ilk sayfada. " Eğer Rock çalmaya başlayacaksanız en iyi başlangıç noktası Chuck Berry'dir " Sanırım fazla söze gerek yok bunun üzerine.
Liste hakkında son söz ise gerçekten 41 sayfalık güzel bir web tasarımı ve her şarkıda kısa açıklamalar ve youtube videoları ayrıca şarkıları dinleyebileceğiniz bağlantılar eklemişler. Gerçekten güzel uğraşılmış. Ben ise üşenmeyip bu 41 sayfadan kopyalayarak oluşturduğum listeyi aşağıda sizlere sunuyorum. Have a ROCK N ROLL days !!

http://www.rollingstone.com/news/coverstory/20947527/page/1

1   "Johnny B. Goode" Chuck Berry (1958)
2   "Purple Haze" The Jimi Hendrix Experience (1967)
3   "Crossroads" Cream (1968)
4   "You Really Got Me" The Kinks (1964)
5   "Brown Sugar" The Rolling Stones (1971)
6   "Eruption" Van Halen (1978)
7   "While My Guitar Gently Weeps" The Beatles (1968)
8   "Stairway to Heaven" Led Zeppelin (1971)
9   "Statesboro Blues" The Allman Brothers Band (1971)
10   "Smells Like Teen Spirit" Nirvana (1991)
11   "Whole Lotta Love" Led Zeppelin (1969)
12   "Voodoo Child (Slight Return)" The Jimi Hendrix Experience (1968)
13   "Layla" Derek and the Dominos (1970)
14   "Born to Run" Bruce Springsteen (1975)
15   "My Generation" The Who (1965)
16   "Cowgirl in the Sand" Neil Young with Crazy Horse (1969)
17   "Black Sabbath" Black Sabbath (1970)
18   "Blitzkrieg Bop" Ramones (1976)
19   "Purple Rain" Prince and the Revolution (1984)
20   "People Get Ready" The Impressions (1965)
21   "Seven Nation Army" The White Stripes (2003)
22   "A Hard Day's Night" The Beatles (1964)
23   "Over Under Sideways Down" The Yardbirds (1966)
24   "Killing in the Name" Rage Against the Machine (1992)
25   "Can't You Hear Me Knocking" The Rolling Stones (1971)
26   "How Blue Can You Get" B.B. King (1965)
27   "Look Over Yonders Wall" The Paul Butterfield Blues Band (1965)
28   "Where the Streets Have No Name" U2 (1987)
29   "Back in Black" AC/DC (1980)
30   "(We're Gonna) Rock Around the Clock" Bill Haley and His Comets (1954)
31   "Keep Yourself Alive" Queen (1973)
32   "Sultans of Swing" Dire Straits (1978)
33   "Master of Puppets" Metallica (1986)
34   "Walk This Way" Aerosmith (1975)
35   "1969" The Stooges (1969)
36   "Interstellar Overdrive" Pink Floyd (1967)
37   "That's All Right" Elvis Presley (1954)
38   "Stay With Me" The Faces (1971)
39   "Black Magic Woman" Santana (1970)
40   "I Can See for Miles" The Who (1967)
41   "Marquee Moon" Television (1977)
42   "Hideaway" John Mayall and the Bluesbreakers (1966)
43   "Holidays in the Sun" The Sex Pistols (1977)
44   "Dig Me Out" Sleater-Kinney (1997)
45   "I Saw Her Standing There" The Beatles (1963)
46   "Miserlou" Dick Dale and the Del-Tones (1962)
47   "Panama" Van Halen (1984)
48   "London Calling" The Clash (1980)
49   "Machine Gun" Jimi Hendrix (1970)
50   "Debaser" Pixies (1989)
51   "Crazy Train" Ozzy Osbourne (1981)
52   "My Iron Lung" Radiohead (1995)
53   "Born on the Bayou" Creedence Clearwater Revival (1969)
54   "Little Wing" Stevie Ray Vaughan (1991)
55   "White Room" Cream (1968)
56   "Eight Miles High" The Byrds (1966)
57   "Dark Star" Grateful Dead (1969)
58   "Rumble" Link Wray (1958)
59   "Freeway Jam" Jeff Beck (1975)
60   "Maggot Brain" Funkadelic (1971)
61   "Soul Man" Sam and Dave (1967)
62   "Born Under a Bad Sign" Albert King (1967)
63   "Sweet Child O' Mine" Guns n' Roses (1987)
64   "Freebird" Lynyrd Skynyrd (1973)
65   "Message in a Bottle"The Police (1979)
66   "Texas Flood" Stevie Ray Vaughan (1983)
67   "Adam Raised a Cain" Bruce Springsteen (1978)
68   "The Thrill is Gone" B.B. King (1969)
69   "Money" Pink Floyd (1973)
70   "Bullet With Butterfly Wings" Smashing Pumpkins (1995)
71   "Take It or Leave It"
72   "Say It Ain't So" Weezer (1994)
73   "Summertime Blues" Blue Cheer (1968)
74   "La Grange" ZZ Top (1973)
75   "Willie the Pimp" Frank Zappa (1969)
76   "American Girl" Tom Petty and the Heartbreakers (1976)
77   "Even Flow" Pearl Jam (1991)
78   "Stone Crazy" Buddy Guy (1970)
79   "Silver Rocket" Sonic Youth (1988)
80   "Kid Charlemagne" Steely Dan (1976)
81   "Beat It" Michael Jackson (1982)
82   "Walk — Don't Run" The Ventures (1960)
83   "What I Got" Sublime (1996)
84   "Gravity" John Mayer (2006)
85   "You Enjoy Myself" Phish (1988)
86   "I Ain't Superstitious" Jeff Beck (1968)
87   "Red" King Crimson (1974)
88   "Mona"Quicksilver Messenger Service (1969)
89   "I Love Rock N Roll" Joan Jett and the Blackhearts (1981)
90   "How Soon Is Now?" The Smiths (1985)
91   "Drunkship of Lanterns" The Mars Volta (2003)
92   "Memo from Turner" Mick Jagger (1970)
93   "Only Shallow" My Bloody Valentine (1991)
94   "Money for Nothing" Dire Straits (1984)
95   "Omaha" Moby Grape (1967)
96   "New Day Rising" Hü sker Dü (1985)
97   "No One Knows" Queens of the Stone Age (2002)
98   "Under the Bridge" Red Hot Chili Peppers (1991)
99   "Run Thru" My Morning Jacket (2003)
100   "Vicarious" Tool (2006)

7 Haziran 2008 Cumartesi

The Sons of Katie Elder (1965)



Yakın tarihli bir yeniden çevrimi(Four Brothers – 2005) de varolan The Sons of Katie Elder aslında günümüzde benzeri bir şekilde çekilmeyen/çekilemeyen bir film. Western türünün alışılmış öğelerini barındırsa da bir noktada diğerlerinden kendini soyutlayabilen bir tavrı var. Dingin haliyle, aksiyona uzaktan göz kırpışıyla muayyen bir biçimde safını belli ediyor. Yani bu bağlamda filmi minimalist bir western
olarak vasıflandırmak pek de yanlış olmayacaktır …

Bresson misali bir minimalizmden bahsetmediğimiz için bir trenin uzunca bir yoldan gelip paldır küldür seyircisini hikayenin orta yerine bırakıvermesi hiç de ters tepmiyor aksine yerinde ve isabetli bir tercih oluyor kendi janrı dahilinde. Sanki istasyonda bekleyen üç kardeş de bizim için ordadırlar; Tom, Bud ve Matt Elder. Henüz ismini bilmiyor da olsak Tom’un oldukça pespaye bir insan olduğunu şıp diye anlayıveriyoruz. Ortada söz konusu bir cenaze varken bu üç kardeşten en yoz davrananı da kendisidir. Ama bakmayın onlara kardeş denildiğine soyadları dışında ortak hiçbir değerleri olmadığı gibi birbirlerini sadece kulaktan dolma bilgilerle tanımlamaya çalışıyorlar. Hatırladıkları anılar ise bir elin parmak sayısını geçemeyecek kadar az. Bu üç yabancı en büyük ağabeyleri John’u karşılamak için istasyondadırlar ama o kötü nam salmış silahşor trenden inmez. Biz seyirci ineriz o trenden inmesine ama ne yazık ki diğer kardeşler gibi Katie’yi sağ salim görmek bize de nasip olmamıştır. Elimizden gelen tek şey ihmal edilmiş hayatı bir başına solmuş kadının cenazesine iştirak etmektir. Cenaze merasiminde de herkesin yüzünde anlaşılmaz bir can sıkıntısı mevcutluğu gözümüzden kaçmaz. Katie Elder hakkında bitmek bilmeyen övücü sözlerdir belki de canlarını sıkan. Sebebi mühim değil lakin şöyle bir çıkarımda bulunmak yanılgı olmayacaktır. Katie’nin herkesçe sevilen iyi huylu bir insan olmasına rağmen zor şartlarda hayata veda etmek zorunda kalışı insanların ikiyüzlülüğüne yapılan bir anıştırma. Zira John ile Bud arasında geçen ikili diyalog bu tezi destekler nitelikte. ‘’Hakkında söylenenler doğru mu John?’’ ‘’Sadece kötü olanlar.’’ Kel ölür sırma saçlı, kör ölür badem gözlü olur hesabı…Şurası da var ki annesinden altı ay önce şaibeli bir biçimde öldürülen babası için de art niyetli laf eden yok, edenler de adı üstünde hasım. Bu düşmanlık ve üzerinde taşıdığı kötü nam yüzünden en büyük kardeş(John Elder-John Wayne) ise cenazeyi uzaktan -ölüm haberini yeni aldığı babasının mezarının başından- izlemek zorunda kalır, nasıl olduğunu bilmesek de bir şekilde gelmiştir annesine veda etmeye…

John Elder yaş itibariyle en çok itibar gören kardeştir. Filmdeki karakterlerin yaşları ve kişilikleri arasında da düz bir mantık vardır zaten: İnsanlar yaşları büyüdükçe daha da umursamaz oluyorlar hayatın soysuzluğuna karşı. Bu yüzden de annesinin ölümüne üzülen tek kişinin Katie’nin en küçük oğlu olmasına anlamlı bir gerektirici sebep sunuluyor. John ise itibarını soğuk tavrıyla tescil etmekte esasen. Yaşlardan bahsetmişken birkaç ilginç detaya da değinmek lazım. Katie Elder, mezarında yazdığına göre öldüğünde 64 yaşındaydı ve onun en büyük oğlunu oynayan John Wayne ise film çekildiği sırada 57 yaşındaydı- yine en küçük kardeşi oynayan Michael Anderson Jr. ile Wayne arasında da 36 yaşlık bir fark vardı. Bu etkenlere ve henüz çekimlerden dört ay önce akciğer kanserinden kurtulmuş olmasına bağlı olarak Wayne’in biraz tutuk bir oyunculuk sergilemesinde özür aramak çok adil olmayacaktır. Üstelik babası altı ay önce, annesi ise henüz ölmüş birisine göre bu denli sönük olması daha bir mütenasip olmuş.

Söz anneden bahsetmeye gelmişken filme adını veren Katie’nin geri dönüşlerle bile olsa yüzünü görememiş olmamız en az oğullarının üzerine sinmiş suçluluk duygusu kadar tedirgin edici bir hal alıyor seyirci için. Evet Katie’nin adı var ama kendisi yok demek akla aykırı olabilir. Nitekim, film boyunca varlığını hissettirmekten bir an bile vazgeçmiyor. Geriye bıraktığı sandalyenin zaman zaman sallanması henüz oğulları üzerindeki etkisinin sona ermediğini imliyor. Aynı şekilde filmdeki varlığı da olayların basit bir intikam öyküsüne dönüşmesini anaçça engellemesiyle etkin bir role dönüşüyor. Evet aslında dört kardeş anne ve babalarının art arda gelen ölümlerinin ardındaki soru işaretlerini cevaplamak istiyorlar lakin bu yolda bela arar gibi bir tablo da çizmiyorlar. Bu amaç doğrultusunda hikaye annelerini ve daha çok birbirlerini keşfetmelerinin hikayesine dönüşüyor. Yolculukları çoğu zaman birbirlerine zılgıt vermekle duraklamak zorunda kalsa da pratikteki bu birbirlerine yabancı, kendilerine yiğit kardeşleri Katie diğer taraftan terbiye etmek için elinden geleni yapıyor. Örneğin her ne kadar eğlenceli gösterilse de onları ateşli bir kavganın ortasından çıkartmak için bir yabancı gönderiyor oğullarına; bir at satıcısı. Kardeşlerin annelerine gösterişli bir mezar taşı yapmak için tartıştıkları sırada attan bir heykel dikme fikirlerini hatırlayınca bir at satıcısının ansızın çıkagelmesi elbette tesadüf olamaz.

Kardeşler vicdan azaplarını törpülemek için böylesi bir çözüm buluyorlar ve bütün bela da başlarına bu mezar taşı yüzünden geliyor esasında. Tüm mal varlıklarının yağma Hasan’ın böreğine dönmesine içerledikleri söylenemez. Adını duyanın korktuğu silahşorun dahi biraz vurdumduymaz kör Ayvaz olmasına şaşmamak gerek. Çünkü bu eğreti kasabaya yakışmadıklarını kendileri de biliyorlar bu yüzden vicdan meselesini kapatıp uzaklaşmak istiyorlar ama ve lakin o mezar taşı yok mu? Bir bakıma zorla intikam nosyonuna sürüklenmek zorunda kalıyorlar, çatışma da karşı tarafın açgözlülüğünden doğuyor, kardeşlerin intikamıyla nispeti yok. Ya herro ya merro, yani…

Filmin bu uslu tavırları kendini diğerlerinden ayırırken sahneler ya da mizansenler asla batağa sürüklenen zavallı insanlar manzarasına dönüşmüyor. Bütün bu kazanımlarına rağmen o denli sempatik de bir film değil The Sons of Katie Elder, bu yüzden herkesçe sevilmesi pek de sıkıntı ve zahmete girmeden yapılabilecek bir eylem değil. Hatta western sevmeyen bir seyirci için hiç ilgi çekici bir spesiyalite sunmaması gerekçesiyle burun kıvrılası bir film. Hele ki her filme mutlak sokulan o aşk mefhumunun bu filmde yer almayışı yine bazıları için sıkıcı olabilir. Ancak filmde sadece tek bir kadın karakterin olması onun da esas oğlana aşık olmaması kimileri için daha yerinde olacaktır. Ki bu şekilde kadınların tek tipleştirilmesi tartışmaya açık olsa da kadın karakterin mümkün olduğunca müspet olarak nitelendirilmesi feminist yaklaşım açısından kabul edilebilir. Yine de inandırıcı olmadığı münakaşa götürmez, o ayrı… Tercihleri bir kenara bırakırsak o ‘’bir’’ kadın hala muamma tutumunu koruyor, henüz yerini bulamadı…

6/10

6 Haziran 2008 Cuma

Mark Knopfler - Golden Heart

Efsanevi Dire Straits gitaristi ve vokali Mark Knopfler haftaya bizleri coşturmaya İstanbula gelecek. Gönül isterdeki Dire Straits adı altında bir konser olsun. Fakat eminimki Knopfler'ın performansı grubu aratmayacaktır. Özellikle Money for Nothing, Private Investigations, Love Over Gold, Romeo And Juliet, So Far Away ve tabiki konseri izlemeye gelen büyük çoğunluğun bekleyeceği Sultans of Swing çalacağını tahmin ediyorum. Bunun yanı sıra burada bu yazıyı atmamdaki vesile, Mark Knopfler'ın grubun dağılmasından hemen önce kaydettiği ve tabikide Dire Straits tınıları taşıyan bu albüm.
Golden Heart 1996 yılında piyasaya sürülmüş harika albümlerinden biri sanatçının. Halihazırda Sailing To Philedelphia veya Shangri La albümlerine öncülük etmiş bu tarz Knopfler'ın grup yıllarını özlemediğinin de bir kanıtı. Kanımca David'in ( kardeşi ) Small Mercies ve son çıkan albümü de gayet çekişme yaratacak cinsten iki sanatçı arasında.
Golden Heart albümünde yine sanatçı stratocaster'ın literatürüne geçmiş çalış stilini konuşturmakta ve Imelda, Don't you get it ve Cannibals gibi akılda kalıcı melodiler sunmakta. Bunun yanı sıra düşük ritmli Vic and Ray , Rudiger ve Are we in trouble now şarkılarıda sanatçının ses karakteristiğine muhteşem oturmakta. Grup yıllarında çıkardığı Where do you think you're going (Communique) gibi düşük ritmli başlayıp canlanan şarkılar ile solo çalışmalarında yer verdiği What It Is, El Macho (Sailing To Philedelpiha) tarzında şarkıları karşılaştırarak, seneler geçmesine rağmen sesinden ödün vermediğini görebiliyoruz. Albüm şarkılarından Are We In Trouble Now ? güzel bir aşk filminin film müziği idi fakat şu anda hatırlayamıyorum. No can do ve nobody's got the gun ise albümü tamamlayıcı muhteşem şarkılar kanımca. Bu albüm baştan sona sıkılmadan dinleyebileceğimiz bir başyapıt kanımca. Haftaya bu yılların eskitemediği üç parmak ustası müzik dehasının canlı performansıyla büyülenerek kendisine olan müzikal bağımızı arttırmak niyetindeyiz. Sizleride bu müzik şölenine Kuruçeşme Arena'ya 13 haziran gecesi bekleriz... sevgiler

http://rapidshare.com/files/116832273/1996_-_Mark_Knopfler__-_Golden_Heart.zip

Teknolojik Dedikodular

kulağıma çalınan teknolojik şehir efsanelerinden bahsetmek istiyorum arkadaşlar. öncelikle ilk haber microsoft tan. vistadan sonraki işletim sistemi windows7 ı biliyorsunuzdur. dedikodulara göre windows7 dokunmatik ekran özelliğini destekleyecekmiş. bu da apple ın ipod touch ta kullandığı teknoloji imiş. bu durumda klavyesiz laptoplar la beraber windows7 lı günleri görürmüyüz bilmiyorum.ancak şunu biliyorum böyle birşeyin aslı varsa o ekranlar parmak izi olur hoş değil hehe(;>
ikinci dedikodumuz apple dan taşınabilir cihazlar ın arasına ipod touch ı kattıktan sonra, tamam bu taşına biliyorda tam olarak diil sanki dien apple yetkilileri, biz çıkaracağımız yeni nesil taşınabilir aleti tam taşınır yapalım güneş pili olsun üzerinde kendi kendinin pilini doldursun, bölelikle müşterilerde özgürlüğün tadını doyasıya çıkarsınlar demişler. işte budur demek istiyorum. bu adamlar teknolojiyi uzaylılardan alıyor olabiilirler o yüzden etkili bir güneş pili yapıcak adamlar bunlardır. baktılar bire birde pilden kazandıkları enerji cihazı çalıştırmaya yetmiyo daha az enerjiyle çalışanını yaparlar gene yaparlar, inanmak istiyorum bu ddikoduya ve apple ı destekliyorum.

silentmoon dan teknolojik dedikodu;
diablo 3 çıkıcakmış.

Atıl dan teknolojik dedikodu;
apple normal iphone u daha da geliştirip iphone 3g çıkartıyormuş.

ayrıca eklemeden edemeyeceğim bir dip not;
biz nie teknolojik aletlere %18 vergi veriyoruz arkadaşlar. geri kalalım teknoloji kullanmayalım die mi? amaç ne yani. elin yabancısının elinde dandik zox marka mp3 çalar gördüğümde şok olmuştum. lan sizin orda sudan ucuz apple lar sony ler bilmemneler sen gittin gide gide bunu mu aldın bi de it support istiyon buna la get diesim gelmişti. şimdi de aklıma geldi paylaşmak istedim. nie teknolojik ürünleri normal fiyatının yaklaşık %118 ine alıyoruz? ki %20 desek 5 te biri kadar fazla para veriyoruz demek bu da 2bin ytl ödediğiniz bir laptop ın asıl fiyatının 1600 ytl olması gibi bişi. peki biz yıllardır bunu veriyoruz da nooldu devlete bi faydamız varmı? bence yok en büyük faydamız ucuza dandik üretim yapan taklitçi doğu ülkelerine olmuştur herhalde. çünkü biz bu %18 vergi sayesinde kaliteden ödün veriyoruz milletçe.
fücur dan dip not' a ek;
pırlantanın vergisi yokmuş, ama vakıf üniverstesinin varmış.

4 Haziran 2008 Çarşamba

we7



Evet, unsigned bölümündeki yoğunluktan dolayı şarkılar biraz geç geliyor ama Cities albümünün bütün şarkılarını bu sayfada bulabilirsiniz. Şarkıları indirmek için account almak yeterli oluyor. Şarkılarımı download ederek beni 0,03 £ desteklemek isteyen herkes aşağıdaki linki kullanabilir :D Şarkı hakkında yorumları bekliyorum. İlginize şimdiden teşekkürler.

Söylediklerinize dikkat edin

Söylediklerinize dikkat edin;Düşüncelere dönüşür...
Düşüncelerinize dikkat edin; duygularınıza dönüşür...
Duygularınıza dikkat edin; davranışlarınıza dönüşür...
Davranışlarınıza dikkat edin; alışkanlıklarınıza dönüşür...
Alışkanlıklarınıza dikkat edin; değerlerinize dönüşür...
Değerlerinize dikkat edin; karakterinize dönüşür...
Karakterinize dikkat edin; kaderinize dönüşür...
(Mahatma Ghandi )

Elmalı Turta

Dostlarım bunu da şu anda çok canım çektiği için paylaşıyorum sizlerle. Biriniz gaza gelirde yaparsanız beni de görün lütfen :D

Buyrun Tarife :D


HAMUR MALZEMELER

  • 1 paket oda sıcaklığında margarin
  • 4 yemek kaşığı şeker
  • 1 yumurta
  • 1 paket kabartma tozu
  • Aldığı kadar un

İÇ MALZEME

  • 4 Orta büyüklükte elma
  • 4 Yemek kaşığı şeker
  • 1 Tatlı kaşığı tarçın

YAPILIŞI

Hamur malzemelerinin hepsi karıştırılarak yumuşak bir hamur elde edilir.İki parçaya ayrılıp yarısı buzdolabına konulur.Bu arada elmalar rendelenir.Şeker ve tarçın ilave edilerek karıştırılır.Ayırdığımız hamur merdane yardımıyla açılarak yağlanmış yuvarlak borcama serilir.Üzerine elmalı karışımın suyu süzülerek konulur.Son olarak buzdolabında bekletilen hamur elmalı karışımın üzerine rendelenir.Rendelemekte zorlanırsanız un ekleyerek hamurun katılaşmasını sağlayabilirsiniz.180 derece fırında üzeri kızarıncaya kadar pişirilir.

Rev Theory - Light It Up (2008)

Arkadaşlar, az önce dinleme imkanı bulduğum bu yeni grubu sizlerle paylaşmak istedim. Eski Rock tadında çok az grup kaldığı için eminim sizler de sevebilirsiniz. Özellikle Fücur arkadaşımız için atmak istedim bu post u. Çünkü müziksizlikten en çok kendisi yakınıyordu dün.

Rev Theory - Light It Up (2008)

TrackLists:
01. Hell Yeah
02. Favorite Disease
03. Light It Up
04. Broken Bones
05. Headlights
06. Wanted Man
07. Ten Years
08. Falling Down
09. You’re The One
10. Far From Over

Artist: Rev Theory
Album: Light It Up
Label: Interscope
Playtime: 39:29 min
Genre: Rock
Rip date: 2008-06-03
Street date: 2008-06-10
Size: 69.67 MB
Type: Normal
Quality: 234 kbps / 4410kHz / Joint Stereo

DOWNLOAD:
http://rapidshare.com/files/119949887/RTheory-LIUp_upsmack.rar

Elfen Lied


2005 in sessiz geçen aylarında sevgili HappyOwl ile izlediğimiz bu animeyi ikimizin de şimdiye kadar sizlerle paylaşmamış olmamız sanırım büyük hata olmuş. Bu seri ikimizde de kısmi ruh sağlığı bozukluğuna yol açmış olsada bir solukta bütün bölümlerini izlemiştik.
Elfen Lied, özellikle müzikleriyle herkesi etkilemeyi başaran bir anime. Özellikle giriş şarkışı olan Lilium ise dinlemeye değer bir parça.

13 bölümden oluşan bu animenin gelelim konusuna;

İnsanların bir sonraki evrimi olduğuna inanılan Dicloniuslar, bilim adamları tarafından insanlığın düşmanı olarak sıfatlandırılmıştır. Normal insanlardan fiziksel olarak tek farkları iki boynuzlarıdır. Oysa çok farklı bir silahları daha vardır, hatta bu tehlikeli silahla doğmuşlardır. Bu tehlikeli silahın bilimsel adı vektördür. Vektörler, normal insanların göremediği ortalama 2 mt. uzunluğundaki kollardır. Öldürmeye eğilimli Dicloniuslar, bu silahı kullanmayı öğrendiklerinde insanlığı yok etmeye çalışan varlıklar olurlar. Bunun için önleme ihtiyaç duyan bilim adamları, doğan bütün boynuzlu çocukları ya öldürür, ya da laboratuvarlarda denek olarak kullanmak için hapsederler.

Bir gün bu laboratuvarların birinden kaçmayı başaran bir Diclonius, insanların arasına karışır. Adı Lucy olan bu Diclonius, kaçarken başına aldığı bir kurşun darbesiyle hafızasını kaybetmiş ve kişiliği bölünmüştür. Sabaha karşı denizi izlemeye gelen iki kuzen Yuka ve Kouta, sadece "nyuu" diyebilen iki boynuzlu çıplak bir kızla karşılaşırlar. Nyuu'yu evlerine götürürler ve onunla yaşarlar. Ama Nyuu'nun hafızası zaman zaman yerine gelir ve o zaman acımasız katil Lucy'ye dönüşür.

İnsanlığın yok olmasını engellemek isteyen bilim adamları Lucy'yi öldürmek zorundadırlar. Bunun için önce Nana(7 numara) daha sonra da Mariko (35 numara)yı kullanmalıdırlar.

Evi, zamanla Yuka, Mayu ve Nana ile dolan Kouta, zaman içerisinde unuttuğu bazı şeyleri hatırlayacakdır...

Anime severlerin en kısa zamanda izlemeleri ve dahası mutlaka arşivine katması gerektiğini düşünüyorum.

3 Haziran 2008 Salı

we7 Roundup!



Evet, size we7 dan kulağıma takılan amatör(unsigned) müzisyenlerden birkaçını tanıtıyorum :

Daniel Diaz Trio - Lugar Comun
we7 ın unsigned bölümündeki en iyi caz sanatçısı.Zaten 3 albümü we7 a kabul ettirebildiğinden anlayabiliriz.Bu albümdeki flüt kickleri ve gitarlar güzel.

Big Strides - Cry it All Out
Az önce keşfettiğim albümde güzel caz-blues-rock tınıları mevcut.Ancak adamın sesi kötü.Neyseki bütün şarkılara vokal yapcam diye tutturmamış.

Effi - Something More
Özellikle Someday şarkısı güzel.

Ray Dexter - Revved Up
Güzel bir country-blues-rock albümü olmuş.Unsigned da olmasına rağmen profesyonel birine benziyor.

Evet, çok yakında benimde yer alacağın we7 ailesinden en son albümler bunlar.Yorumları bekliyorum :D

2 Haziran 2008 Pazartesi

Herşeyi Ben Bilirim Ben Bir Ukalayım

Genel olarak Türkiye insan profilene baktığımız zaman çok rahat bir şekilde karşımaza çıkan tiplerdir. Çoğunluğu egolu insanlardan oluşur. Zamanında birileri tarafından ezilmiş, bu ezikliği içlerinde sindirememiş, ellerine geçen güçle etraftaki insanların üstlerine çıkmaya, onları ezerek kendi tipinde insan yaratmaya çalışan profildir. Bunların çoğunluğu yaşına başına bakmadan konuşurda konuşup ahkam keserler. Karşı tarafı dinlemekten acizdirler. Herşeyi kendilerinin en iyi yaptıkları inancı yerleşmiştir. Başka kimsenin yaptıklarını beğenmezler. Beğenirlerse hayat felsefesinden ödün vermiş olurlar. O yüzden bu insanları en iyi anlatan parçalardan biriyle sözlerimi kapatıyorum farmerfam arkadaşımızlada bu şarkıyı anıyorum:

peki peki anladık

herşeyden sen anlarsın

peki peki anladık

herşeyi sen bilirsin

en güzel grubu sen kurdun

en güzel ritmi sen buldun

en iyi dalgıç sensin

en güzel filmi sen çektin

peki peki anladık

peki peki anladık

en güzel sen bakarsın

peki peki anladık

en güzel sen ağlarsın

ilk önce sen başlattın

en önce sen yavaşlattın

en uzağa sen gittin

en çabuk da sen döndün

peki peki anladık

sen neymişsin be abi!

peki peki anladık

en güzel sen gülersin

peki peki anladık

en güzel sen söversin

en güzel yemeği sen yaptın

en güzel kızı sen kaptın

en güzel tumbayı sen çaldın

en güzel şarkıyı sen yazdın

peki peki anladık

sen neymişsin be abi!

peki peki anladık

herşeyden sen anlarsın

peki peki anladık

herşeyi sen bilirsin

en güzel grubu sen kurdun

en güzel ritmi sen buldun

en iyi dalgıç sensin

en güzel filmi sen çektin

peki peki anladık

sen neymişsin be abi!

Suspension (2008)


Suspension, yani buradaki anlamıyla çevirecek olursak askıda kalmak oluyor sanırım. film indie science fiction türünde. şimdi bu da ne diebilirsiniz. kısaca anlaya bildiğim kadarıyla sizleride bilgilendiriim. şayet bir yanlış yapacak olursam deniz beni düzeltir herhalde(;> indie terimi, amerikan sinema endüstrisinin, geniş bütçeli yapım şirketlerinin çekmediği, bağımsız(independent) filmlerini kapsıyormuş.science fiction bilim kurgu demek ona zaten aşinayız sanırsam.
öncelikle ben filmi beğendim. özellikle müzikleri süper oturmuş senaryoya yani bana öle geldi en azından. bu arada müzikleri güzel dedim die müziklerini edinip dinlemeye kalkmayın, görüntüyle beraber güzel müzikler. filmi izleyince nie böle dediğimi anlayacaksınız. hikaye bir trafik kazasında kaza geçirenlerden birinin olayı kameraya almasıyla başlıyor. kaza anının insan beyninde yavaşlaması, o an için hızlı düşüne bilme konuları işlenmiş. en azından ordan yola çıkılmış. kazadan sağ kurtulan bir baş oyuncumuz var ki kamerasını tamir ediyor. veee hooop artık kameranın pouse tuşuna her bastığında zaman duruyor sadece kendi zaman içinde ilerleye biliyor.
dramatik bir film bu dramı ii vermişler bence. Bu tarz doğa üstü durumlarda, ben olsam şöle bişi kesin geçerdi aklımdan, dediğimiz şeyler baş kahramanımızın da aklından geçiyor bunu belirtmeleri güzel(;> bunun yanında sıkıcı bir film diil, hayatta olması gerekenler kader kavramı üzerine ince dokunuşlar var ki benim baya hoşuma gitti. yani donuk olması gereken bir oyunculuk performansı var oyuncularda ama filmin hava sı öle olduğu için rahatsız etmiyor hatta özellikle öle oynamışlarsa başarılı bile buluna bilir.

film hakkında detaylı bilgi ve oyuncu kadrosuna ulaşmak için;
http://www.imdb.com/title/tt0989760/

Sonuç olarak ben filmi izledim sevdim beğendim sizede tavsiye ederim, böyle değişik tadta bilimkurgu, indie (;> ama şunu belirt meden edemiycem, kelebek etkisi filminde çok çok daha eylenmiştim, en azından ilk filmde, seyri çok daha akıcı ve sürükleyiciydi. senaryo o kadar içine çekemiyor sizi. o yüzden;

Happyowlironic; 6

FN(Film Notu); 6

1 Haziran 2008 Pazar

Sin noticias de Dios (2001)

Gerek idelerimiz gerekse de hayatı yaşayış biçimimiz olsun sürekli devinim halinde oluşumuz herkesçe(başta Herakleitos’ca) bilinen bir gerçek ve gün geçtikçe de fikirlerimizi daha özgür sunma şansına sahip oluşumuz da bu hal ve vaziyetin neticesi olan bir diğer hakikat. Türkçe’si: Bahsettiğim devinim yedinci sanat için sınırları genişletmek adına önemli bir kazanım. Daha somut konuşmak icap ederse yarım asır önce sinema yapmak isteyen bir sanatçının önünde gidebileceği iki yol uzanıyordu. Birisi etliye sütlüye karışmamayı gerektirirken(sinemada emir kulu olmak) diğerinde aksini yapabilmek, biraz özgür olmak için türlü cambazlıklara maruz kalarak imgeler yaratmak lazım geliyordu ve ancak o şekilde söylevde bulunabilmeleri mümkün kılınıyordu(bkz: Andrei Tarkovski, Jean Luc-Godard). Bu da sanatı halk için yapan sanatçılar ile halk arasında karşılıklı iletişimsizliği yoktan var ediyordu. Kendinin patronuysan eğer sivri dilli olamazdın ve konservatör anlayışa ters düşmen filmin ölüm fermanını imzalamakla eşdeğerdi. Daha ne sıkıntılar, ne cefa, ne mihnet varın siz düşünün. İspanya’nın 75 yılına kadar faşist diktatör Franco tarafından yönetilmesi sözünü ettiğim ifade özgürlüğü açısından olaya farklı bir anlam katıyor elbette. İspanya bu bastırılma meselesi yüzünden en fazla başı ağrıyan ülkelerden birisiydi. Peki bütün bu söylediklerimin bahis konusu filmle alakası nedir? Cevap: ‘’Sinemadaki ifade hürriyetinin Sin noticias de Dios’da tuhaf bir şekilde filmin aleyhine dönmesi’’dir. Kısıtlamaların yaratıcılığı tetiklediği mi yoksa körüklediği mi hala cevap bulamamış bir soru ancak bazı örnekler gösteriyor ki ‘’özgürlük’’ ciddi bir şekilde suistimal değil çarçur ediliyor. Bu keyfiyet Dijital Sinema’nın yönetmenlerin ekmeğine yağ sürmesi beraberinde sinema tarihini hiç çekilmemesi gereken filmlerle kirletebilmesine de sebep olabiliyor.

Sin noticias de Dios, henüz sinemada toy olan Agustin Diaz Yanes tarafından yazılıp yönetilmiş ve bu zatın en popüler ve nispeten de en başarılı(popüler olma nezdinde) filmi. Oyuncu kadrosuna bakınca(Penelope Cruz, Gael Garcia Bernal…) nedendir bilinir insan Pedro Almodovar filminde zannediyor kendini ama Yanes’in Almodovar ile uzaktan yakından akrabalığı yok.

Her ne kadar Yanes’in parmak bastığı nokta halkın mitleştirdiği dini kavramlar üzerine olsa da filme cüretkar diyebilmek deli saçmasından başka da bir şey olmazdı. Hikayesine göz atınca duyulan heyecan film esnasında can çekişerek ölüyor. Öyle ki kelimelerin ettiği vaatten ve açılış sahnesinde hissedilen yoğunca kara mizahtan sonra dağ doğura doğura fare doğurdu demekte hiç beis görmüyorum. Film aslında ilk önce bizi Fanny Ardant ile tanıştırıyor, bu filmde ne işi vardı?.. Fanny Ardant Cennet İşleri Sorumlusu Marina D'Angelo rolünde siyah beyaz bir dünyada -pardon cennette- karşımıza çıkıyor. Ele geçirmeleri gereken bir ruh vardır o da bu yüzden Cennet’teki bir gece kulübünde sahne alan Marilyn Monroe-vari Lola Nevado(Victoria Abril)’dan yardım istemeye gider. Öte yandan renkli Cehennem’in Yetkili Danışmanı Davenport(G. G. Bernal) da boş durur mu hiç! O da Lola’ya karşı güç olarak Goodfellas’ı izlemesine bir gün kala öldürülen Carmen Ramos(Penelope Cruz)’u ‘’kutsal’’ ve en az Cleopatra’nın burnunun iki cm daha uzun olmaması kadar önem teşkil eden göreve atar. Görevleri iyi ile kötünün sınırlarında gezen boksör müsveddesi Manny(Demian Bichir)’i kendi yanlarına çekebilmek. İyi olan Manny’nin boksu bırakması ve annesine özür niteliğinde bir mektup yazması kötü yanı da tam tersi. Yani iki meleğin film boyunca uğraştığı kutsal mesele incir çekirdeğini doldurmayacak kadar basit görüldüğü üzere. Beri yandan Yanes fantastik bir film de çekmeye çalışmamış(Cennet’in de Cehennem’in de yöneticileri fanilere söz geçiremeyecek kadar doğaüstü güçlerin eksikliğinden muzdaripler), bahsettiğim mitleri ayaklar altına alan bir mizah anlayışı kurmuş kendi kafasında. Hoş buna lafımız yok ama filmin de güldüren bir yanı yok. Bazen fazlasıyla ciddiyeti takınıyor ancak bu kez de filmi takan kim!

Dediğim gibi filmin çatışmasının haddinden fazla buğulu olması onu katlanılmaz ve amaçsız kılıyor. Elbette bu bir zaaf değil ama ezkaza böyle bir sonuç çıktığı da gayet vazıh. Bir de Yanes’in film içerisindeki şahsi tercihlerine temas edelim. Cennet’in siyah beyaz olarak peliküle aktarılması yerinde bir tercih olmuş, gösterişten uzak ve renklerle kirletilmemiş saf bir mekan olarak canlandırılmış. Cehennem ise fazlasıyla renkli ve hali hazır dünyadan pek bir farkı yok; kalabalığın, kirliliğin, seks ve beraberindeki şiddetin hakimiyet kurduğu bir yere mekan tutmuş. Oradan çıkıp gelen Carmen’in Dünya’da da seks objesi olarak değerlendirilmesi de tam olarak bu sebepten vuku buluyor ve bu hal Dünya ile Cehennem’i birbirine daha da yaklaştırıyor.

Yanes’in sinema tarihinin en gereksiz, en itici, en baş ağrıtıcı, en bostan korkuluğu, en burnundan soluyan, en çakar almaz, en çehre züğürdü, en çiğ süt emmiş ve benzeri nitelendirmelere müstahak karakteri(Manny) aracılığıyla kadın gururunu aşağılamaya yeltenmesi de geriye kalan kredisini dolduruyor…

Son tahlilde gördük ki cennet hayal kırıklığı, cehennem endişe verici film ise her ikisi birden.

4/10