1 Haziran 2008 Pazar

Sin noticias de Dios (2001)

Gerek idelerimiz gerekse de hayatı yaşayış biçimimiz olsun sürekli devinim halinde oluşumuz herkesçe(başta Herakleitos’ca) bilinen bir gerçek ve gün geçtikçe de fikirlerimizi daha özgür sunma şansına sahip oluşumuz da bu hal ve vaziyetin neticesi olan bir diğer hakikat. Türkçe’si: Bahsettiğim devinim yedinci sanat için sınırları genişletmek adına önemli bir kazanım. Daha somut konuşmak icap ederse yarım asır önce sinema yapmak isteyen bir sanatçının önünde gidebileceği iki yol uzanıyordu. Birisi etliye sütlüye karışmamayı gerektirirken(sinemada emir kulu olmak) diğerinde aksini yapabilmek, biraz özgür olmak için türlü cambazlıklara maruz kalarak imgeler yaratmak lazım geliyordu ve ancak o şekilde söylevde bulunabilmeleri mümkün kılınıyordu(bkz: Andrei Tarkovski, Jean Luc-Godard). Bu da sanatı halk için yapan sanatçılar ile halk arasında karşılıklı iletişimsizliği yoktan var ediyordu. Kendinin patronuysan eğer sivri dilli olamazdın ve konservatör anlayışa ters düşmen filmin ölüm fermanını imzalamakla eşdeğerdi. Daha ne sıkıntılar, ne cefa, ne mihnet varın siz düşünün. İspanya’nın 75 yılına kadar faşist diktatör Franco tarafından yönetilmesi sözünü ettiğim ifade özgürlüğü açısından olaya farklı bir anlam katıyor elbette. İspanya bu bastırılma meselesi yüzünden en fazla başı ağrıyan ülkelerden birisiydi. Peki bütün bu söylediklerimin bahis konusu filmle alakası nedir? Cevap: ‘’Sinemadaki ifade hürriyetinin Sin noticias de Dios’da tuhaf bir şekilde filmin aleyhine dönmesi’’dir. Kısıtlamaların yaratıcılığı tetiklediği mi yoksa körüklediği mi hala cevap bulamamış bir soru ancak bazı örnekler gösteriyor ki ‘’özgürlük’’ ciddi bir şekilde suistimal değil çarçur ediliyor. Bu keyfiyet Dijital Sinema’nın yönetmenlerin ekmeğine yağ sürmesi beraberinde sinema tarihini hiç çekilmemesi gereken filmlerle kirletebilmesine de sebep olabiliyor.

Sin noticias de Dios, henüz sinemada toy olan Agustin Diaz Yanes tarafından yazılıp yönetilmiş ve bu zatın en popüler ve nispeten de en başarılı(popüler olma nezdinde) filmi. Oyuncu kadrosuna bakınca(Penelope Cruz, Gael Garcia Bernal…) nedendir bilinir insan Pedro Almodovar filminde zannediyor kendini ama Yanes’in Almodovar ile uzaktan yakından akrabalığı yok.

Her ne kadar Yanes’in parmak bastığı nokta halkın mitleştirdiği dini kavramlar üzerine olsa da filme cüretkar diyebilmek deli saçmasından başka da bir şey olmazdı. Hikayesine göz atınca duyulan heyecan film esnasında can çekişerek ölüyor. Öyle ki kelimelerin ettiği vaatten ve açılış sahnesinde hissedilen yoğunca kara mizahtan sonra dağ doğura doğura fare doğurdu demekte hiç beis görmüyorum. Film aslında ilk önce bizi Fanny Ardant ile tanıştırıyor, bu filmde ne işi vardı?.. Fanny Ardant Cennet İşleri Sorumlusu Marina D'Angelo rolünde siyah beyaz bir dünyada -pardon cennette- karşımıza çıkıyor. Ele geçirmeleri gereken bir ruh vardır o da bu yüzden Cennet’teki bir gece kulübünde sahne alan Marilyn Monroe-vari Lola Nevado(Victoria Abril)’dan yardım istemeye gider. Öte yandan renkli Cehennem’in Yetkili Danışmanı Davenport(G. G. Bernal) da boş durur mu hiç! O da Lola’ya karşı güç olarak Goodfellas’ı izlemesine bir gün kala öldürülen Carmen Ramos(Penelope Cruz)’u ‘’kutsal’’ ve en az Cleopatra’nın burnunun iki cm daha uzun olmaması kadar önem teşkil eden göreve atar. Görevleri iyi ile kötünün sınırlarında gezen boksör müsveddesi Manny(Demian Bichir)’i kendi yanlarına çekebilmek. İyi olan Manny’nin boksu bırakması ve annesine özür niteliğinde bir mektup yazması kötü yanı da tam tersi. Yani iki meleğin film boyunca uğraştığı kutsal mesele incir çekirdeğini doldurmayacak kadar basit görüldüğü üzere. Beri yandan Yanes fantastik bir film de çekmeye çalışmamış(Cennet’in de Cehennem’in de yöneticileri fanilere söz geçiremeyecek kadar doğaüstü güçlerin eksikliğinden muzdaripler), bahsettiğim mitleri ayaklar altına alan bir mizah anlayışı kurmuş kendi kafasında. Hoş buna lafımız yok ama filmin de güldüren bir yanı yok. Bazen fazlasıyla ciddiyeti takınıyor ancak bu kez de filmi takan kim!

Dediğim gibi filmin çatışmasının haddinden fazla buğulu olması onu katlanılmaz ve amaçsız kılıyor. Elbette bu bir zaaf değil ama ezkaza böyle bir sonuç çıktığı da gayet vazıh. Bir de Yanes’in film içerisindeki şahsi tercihlerine temas edelim. Cennet’in siyah beyaz olarak peliküle aktarılması yerinde bir tercih olmuş, gösterişten uzak ve renklerle kirletilmemiş saf bir mekan olarak canlandırılmış. Cehennem ise fazlasıyla renkli ve hali hazır dünyadan pek bir farkı yok; kalabalığın, kirliliğin, seks ve beraberindeki şiddetin hakimiyet kurduğu bir yere mekan tutmuş. Oradan çıkıp gelen Carmen’in Dünya’da da seks objesi olarak değerlendirilmesi de tam olarak bu sebepten vuku buluyor ve bu hal Dünya ile Cehennem’i birbirine daha da yaklaştırıyor.

Yanes’in sinema tarihinin en gereksiz, en itici, en baş ağrıtıcı, en bostan korkuluğu, en burnundan soluyan, en çakar almaz, en çehre züğürdü, en çiğ süt emmiş ve benzeri nitelendirmelere müstahak karakteri(Manny) aracılığıyla kadın gururunu aşağılamaya yeltenmesi de geriye kalan kredisini dolduruyor…

Son tahlilde gördük ki cennet hayal kırıklığı, cehennem endişe verici film ise her ikisi birden.

4/10

Hiç yorum yok: