31 Mayıs 2008 Cumartesi

The Alamo (2004)



Bazı filmler vardır o denli büyüktür ki övmek için nitelendirme sıfatı bulmakta zorlanırsın, yine bazı filmler vardır o denli ‘’bayağı’’dır ki ‘’kötü’’ bile olamayışından mıdır nedir eleştiri denen işi zorlu bir hale getirir. İşte The Alamo da tam olarak ikinci kategoriye denk düşen bir film.

İşe filmin öyküsünü ve gişedeki(bizzat Amerika’da) vahametini -daha isabetli bir tabirle- iki seksen uzanışını hatırlatmakla başlayalım da durumun ciddiyetini daha iyi kavrayalım. Öncelikle belirtmekte yarar var ki Alamo Kalesi Amerikan tarihinde Teksas’ın ülke topraklarına katılması açısından önemli bir konuma sahip. Ve fakat gel gör ki böylesi kritik bir savaşı konu alan kutsal kahramanlık öyküsünün bizzat o kahramanların varisleri tarafından kaale alınmamış olması insanı ister istemez düşünmeye sevk ediyor. Belki de öykünün herkesçe bilinen bir sonu olması ve filmin bunu avantaja çevirememesi asıl nedendi, yani salt hikayesinden başka filmin dikkate aldığı herhangi bir mefhum yoktu…

1835-36 yılları arasında Albay William Travis ve emrindeki ufak askeri birliğinin, gönüllü ve yine küçük bir grup asker ile zamanında halk efsanesi/kahramanı halini almış isim Davy Crockett de dahil olmak üzere bir avuç adamla Alamo Kalesi’nde 2000 kişilik ‘’kaka’’ ve ‘’cız’’ diye tabir edilmesi meşru Santa Anna’nın ordusuna karşı verdikleri mücadelenin hikayesi bu.

Film seyircilerce yeterince ‘’hareketli’’ olmamakla itham edilirken, eleştirmenler de filmde ele alacak bir yan bulamadıkları için filme burun kıvırdılar -haklı olarak. The Alamo her anlamda yapımda emeği geçenlerin elinde patladı desek yeridir. Bunun sebebi her iki kesime de dalkavukluğa yeltenmesi olsa gerek. Lakin gişeye oynamak ile sanatsal olmak arasında ikili oynarken ikileme düşmesi neticesinde ikisine de sap olamıyor. Hülasa açıktan kazanmaya çalışırken pek çok yönden açık veriyor The Alamo.

John Lee Hancock’ın filmi sıkıcı olmaktan ya da akıcı ol(a)mamaktan hüküm giymemeli. Bu basit bir suçlama olurdu hakkında. Zira Theo Angelopoulos ya da Yasujiro Ozu filmlerine bağışıklık kazanan bünyemiz filmdeki hareketsizliği zaaf olarak değerlendirmedi. Filmde göze batan daha önemli sıkıntılar mevcuttu. Nedir örneğin? Ana ve ‘’örnek’’ karakterlerin(kahraman mı demeli yoksa) pembe dizi karakterleriymişçesine birbirlerine düşürülmesi, o da yetmezmiş gibi mahalle kadını ağzıyla birbirlerine entrikalı laflar sokmaya teşebbüs etmeleri hem filmin yakalamaya çalıştığı(ama açıkça yakalayamadığı) ciddiyeti baltalıyor hem de onu bayağılaştırıyor basbayağı.

Başka? Dramatik yapıyı güçlendirmek adına iyi adamların karşısına her türlü kötü sıfattan nasibini almış karşı güç(karakter) koymak gibi kolay yola kaçıp kaçak güreşmek uygun görülmüş senaryo yazılırken. Öyle ki Meksikalılardan tiksinmememiz için hiçbir neden kalmıyor hatta elimize silah verseler gidip Alamo adına seve seve canımızı vereceğiz. Onlar ki yakaladıkları asileri kurşuna dizerken kura çekmek gibi ulusal ve ‘’etik’’ bir geleneği göz ardı edecek kadar gözleri dönmüş canavarlar. John Lee Hancock böyle düşüneceğimizi sanarak latife ediyor olmalı, latife canım.

Ben ise belki de haddim olmayarak filmdeki tek bir karakteri kandilli temennaya layık görüyorum; Santa Anna’yı (Amerika hakkındaki ileri görüşlülüğünü kim inkar edebilir ki)… Bu rolün hakkından Emilio Echevarría öyle bir başarılı geliyor ki film bittiğinde yanıma kar kalan tek şey performansı oluyor, kendimi bir tek bununla avutabildim. Yüzü, yürüyüşü, bakışı, gülüşü(sinsice sırıtışı mı demeli), korkunç karakterine yamadığı nezaketi ve her haliyle ‘’iyi’’ yazılmış ‘’kötü’’ bir kahraman. Diğer oyuncuların da hakkını vermek gerekmiyor lakin kapasitelerini de şöyle bir düşününce Echevarría’dan başka işini ciddiye alan yok gibi bir sonuç çıkıyor. Su katılmamış ifadeyle filmin oyuncu seçimi yanlış olmasa da oyuncuların film seçimi isabetsiz bir karar olmuş.

Filmin eleştirilen başka bir yönüne de değinmek istiyorum: Savaş sahnelerinin yetersizliği… İşte buna katılmıyorum, bence filmin övülebilecek nadir niteliklerinden birisi savaş sahnelerinin tasarımı ve canlandırılmasıdır. Sanaldan uzak bir kaos yaratılmaya çalışılmış, yaratılmış da nitekim(yediği kurşunla birlikte ölü taklidi yapan böcekleri andırarak yere kapaklanan figüranları görmezden geliyoruz burada). Ancak aralara sıkıştırılan beylik konuşmalarla birlikte alttan verilen coşturmaya yönelik olduğu aşikar müzik de filmin bu iyi vasfını gölgede bırakıyor.

John Lee Hancock son kez can havliyle filmin paçasını kurtarmak adına duygu sömürüsüne yeltense de ne yazık ki onu da palas pandıras yapmaya çalıştığı için adamakıllı beceremiyor. Zulu filmine yaptığı gönderme(Meksikan bandosuna karşı Davy Crockett’in keman çaldığı sahne) için de övülmüyor kimselerce… İzlenip ders alınası bir film…

3/10

ZZ Top - Rancho Texicano : The Very Best Of ZZ Top

2004 yılında çıkan bu güzide toplama, sakallı blues rock ustalarımızın en iyi toplama albümlerinden kanımca. Tabiki indirme gereği duymadım. başka best of albümleri ve onlarca stüdyo albümünü dinlediğimden şarkı listesine bir göz atınca anaa hepsi tanıdık dedim. Özellikle 2 disk olması iyi olmuş bu sefer . O kötü 99daki dandik viva las vegasın olduğu toplama albümleri kadar kötü değil. Ama yine o viva las vegas burda da var. Buradan yetkili mercilere sesleniyorum ! Sakalınızı kırparım, bırakın Elvisle yaşasın o şarkı artık ! Herneyse velhasıl kelam güzel ve ZZ Top özelliklede 80lerin Blues Rock mitolojisini özleyen arkadaşlarımız için tavsiye edilesi bir mücevher. Geçen gün got me under pressure dinlerken bir barda bir kız evladının durumumu nasılda şarkıyla bütünleştirdiğini farkedip bağırarak kendisine "She got me under pressure !" dedim. Fakat anlamadı haliyle. Gelelim hangi şarkılar kral hangileri ezik bölümümüze. Bar-B-Q , La Grange, Cheap Sunglases ve Im bad im nationwide ilk diskin kral şarkılarından. Ama daha ziyade ikinci disk dahada kral. Çünkü pearl necklace var sharp dressed man ve öncesinde gimmi ol your lovin var ( ayrılması imkansız :)). legs ve velcro fly şarkılarının remixleri var sonda ama dinlemeden önyargıda bulunayım eziktir onlar :) viva las vegasa tekrar değinmiyorum bile. Parça listesi ve bağlantılar aşağıda mevcut, iyi dinlemeler

DISC 1:
01. Brown Sugar
02. Goin' Down to Mexico
03. Just Got Back From Baby's
04. Francene
05. Just Got Paid
06. Bar-B-Q
07. La Grange
08. Waitin' For the Bus
09. Jesus Just Left Chicago
10. Beer Drinkers & Hell Raisers
11. Mexican Blackbird
12. Tush
13. Thunderbird
14. Blue Jean Blues
15. Heard It on the X
16. It's Only Love
17. Arrested For Driving While Blind
18. I Thank You
19. Cheap Sunglasses
20. I'm Bad, I'm Naitonwide
21. A Fool For Your Stockings
DISC 2:
01. Tube Snake Boogie
02. Pearl Necklace
03. Gimme All Your Lovin'
04. Sharp Dressed Man
05. Legs
06. Got Me Under Pressure
07. Sleeping Bag
08. Stages
09. Rough Boy
10. Velcro Fly
11. Woke up With Wood
12. Doubleback
13. My Head's in Mississippi
14. Viva las Vegas
15. Cheap Sunglasses - (Live)
16. Legs - (Dance Mix)
17. Velcro Fly - (12" Remix)

http://rapidshare.com/files/118506649/ZZTOPRanchoTexicano2004.part1.rar
http://rapidshare.com/files/118509959/ZZTOPRanchoTexicano2004.part2.rar
http://rapidshare.com/files/118512213/ZZTOPRanchoTexicano2004.part3.rar

şifre: zinhof

Sigarayı Bırakma Alıştırmaları

Öncelikle kelimeler hatalı yazıla bilir kusuruma bakmayın 24 saattir ilk sigaramı az önce yaktım. Bir çoğunuzun bildiği gibi ankara' da iş bulduğumda sigarayı bırakıcağıma dair verdiğim bir söz vardı. geçenlerde düşündüm de bünyeyi nikotin bağımlılığından yavaş yavaş kurtarmanın vakti geldi bu yüzden mümkün olduğunca az içicem o zamana kadar hatta kim bilir belki ankaraya yerleştiğimde bırakmış olurum(;>
sigarayı azaltmak için bir kaç şey yapılabilir. bol alkol alınan bir akşamın ardından ki sigara kullanıyorsanız eminim alkolün yanında deli gibi sigara içiyorsunuzdur. sabah kalktığınızda nefes almakta zorlanırsınız ve bünyeniz nikotin istemez. işte başlamak için en uygun zamanlardan biri dir. bende öle bir sabaha uyandım bu gün. ve bu saate kadar içmedim birazdan yatıcam ve yarında devam etmeye çalışacam. bu aralar biraz huysuz olabilirim. mantıksız olabilirim. herhangi birinizi istemeden kırabilirim o yüzden şimdiden hepinizden özür dilerim. hoşgörünüzü esirgemeyin. sevgiler saygılar.

30 Mayıs 2008 Cuma

Zulu (1964)


Her ne kadar Zulu; yaşanmış, gerçek ve adeta destansı bir olaydan hareket edilerek bizzat İngilizler tarafından çekilmiş olsa da kendine edindiği dert askerlerinin ne kadar kahraman ve yürekli olduğunu sinema aracılığıyla tüm dünyaya ispatlamak değil.

Film, 22 Ocak 1879 yılında Zulu halkının yaklaşık 1500 kişilik İngiliz ordusunu yerle bir etmesinin hemen ardından 4000 adamıyla İngilizlerin hastane ve inşa ettikleri ve yaklaşık 140 askerle korunan bölgelerine saldırmalarının hikayesini ele alıyor. Hikayesi aksini vaat etse de lirik bir savaş filmi ile karşı karşıya olmadığımız daha açılış sahnesinde rahip Otto Witt’in sözleriyle vurgulanıyor: ‘’Cesaret paradan daha önemli.’’ Bu sözlerle yönetmen Cy Endfield rakiplerini ya da daha doğru bir deyimle düşmanlarını yüceltiyor. Hazır yönetmenin adı geçmişken isminin çoğu kişiye yabancı gelebileceği aşikar, haklı olarak. Zira filmografisinde adamakıllı başarılı ya da popüler olmuş film yok desek yeri, Zulu’yu genellemenin dışında bırakacak olursak… Lakin bu kıstaslar göz önünde tutularak filmi gayri ihtiyari amiyane ummak şiddetli yanılsamaya dönüşebilir bünyenizde çünkü Zulu yönetmenin ismi için beklenmedik bir şekilde keramet niteliğinde.

Muhabbet yönetmenden açılmışken, film içindeki rolüne bakınca belki de eleştirilmesi en mümkün eksiklik olarak karşımıza çıkıyor. Filmin biçemindeki olgunluğun yönetmenin bilinçli seçimlerinden vücut bulduğunu söyleyebilmek kolay değil. Filmi senaryo sürükleyip götürüyor amacına dek. Ridley Scott ya da Terrence Malick filmlerindeki görsel üsluptan, stilize çalışmadan ufak bir kırıntı dahi yok Zulu’da. Dediğim gibi yönetmenin filme katkısı olsa olsa oyuncuları yönetmekten ibarettir, emin değilim. Görüntü yönetimi de özensiz yapılmış hissi uyandırıyor dersek çok mu ileri gitmiş oluruz! Üstelik neden ‘’Zulu’’? Daha iyi bir isim bulamamışlar mı bulmak mı istememişler?

Bunca menfi eleştiriden sonra Zulu’yu özel kılan nedir? Basit, çünkü bir savaş filmi değil savaş üzerine yapılmış bir film aynı zamanda beylik ve kesin bir eleştiri de değil –diğerlerinden farklı olması da buradan geliyor… Filmde tek bir savaş var ve o da belli ki kasıtlı olarak mümkün olduğunca geciktiriliyor. Uzun bekleyiş ardından gelen savaş esnasında da seyirci için herhangi bir coşku unsuru servis edilmiyor. Bu yüzden eğlence arayanları savaşın bizzat kendisiyle yüzleşince heveslerinin kursaklarında kalacağı konusunda uyarmış olayım da.

Bu savaş meydanındaki askerler ölüm meleği değiller, zaten ölüm mefhumu da gerek film için gerekse de Zulu halkı için fazla bir anlam ifade etmiyor. Zira Zululular problem kendi adamlarını öldürmek de olsa ölümün önünde dans etmek de olsa gerekeni yerine getirmekten hiç çekinmiyorlar yine de bu tutumları asla seyircinin onları duygusuz olarak sıfatlandırmalarına mahal vermiyor; o ayrı. İngiliz cephesine göz atınca da yine o beylik kahramanların hiçbirini göremiyoruz. Çünkü bu cephenin askerleri inekle muhabbet etmeyi, ses tellerini açmayı, konser vermeyi savaşa tercih eden insanlar. Kimisinin aklı çelinmeye hazır diğeri ise silahına süngü takmaktan aciz. Öte yandan hasta yattıkları yatakta dahi kendileri hatta hayatları için çırpınan rahibin kızına saygısızlık edecek kadar ‘’insan’’lar da. Korunması gereken bir erdem, özgürlük ya da savaşmak için özgürlük ise mevzubahis bile değil. Hatta neden savaştıklarını dahi bilmiyorlar, sadece orada oldukları için savaşıyorlar, kimisi hırsız olduğu için kimisi de can sıkıntısından kendini savaş alanında buluyor. Öldükleri zaman sebebini dahi bilemeyecek oluşları kendi adlarına yazılmış büyük bir trajedi iken aldıkları son nefesle ‘’Neden?’’ sorusunu yöneltmek ruhlarını şad etmeye yetecek kadar gayretli bir girişim olmasa gerek. Amaç belki de sadece insanın hoyratlığından doğan güçlü olmak/kazanmak işi hem de konunun ne olduğuna önem vermeksizin, bu bir savaş da olabilir basit bir şarkı da. Onlar da ‘’insan’’ oluşlarının bedelini ödemek adına biniyorlar bir alamete gidiyorlar kıyamete nitekim…

Daha önce de değindiğim gibi savaş sahneleri asla coşkulu bir heyecan vaat etmiyor, hatta izleyici kimin kazanacağını merak etmekten çok başka nosyonlar hakkında muhasebe yapmakla meşgul oluyor o sırada. Bunun sebebi savaşın olabildiğince yapay resmedilmiş ve gereğinden uzun tutulmuş olması. Savaşın kendisi yapay olsa da bu duruma tezat teşkil eden gerçek insanlar filmi sürükleyip götürüyor. ‘’Kahraman’’ İngilizlerin düşmanlarıyla ilk yüzleşmeleri esnasında yüzlerinde beliren ifade gözden kaçacak gibi değil. Açık seçik ve haklı olarak, bir şekilde korkuyorlar. Savaş arasında John Chard ile Gonville Bromhead arasında geçen ikili diyalog ise korkularını adeta tescil ediyor. Bromhead’in ‘’İnsanın korkudan ağzı kuruyor,’’ sözünü Chard samimi bir itirafla yanıtlıyor: ‘’Bir nehiri içebilirdim!’’

Düşmanları, yani Zulular ise kana susamış düşmanlar değil kesinlikle. Aksine söz konusu öldürmek olunca zaman zaman gözlerinde bir anlık tereddüdün belirdiği anlara dahi şahitlik etme şansımız oluyor izleyen olarak… Evet nitekim ölmekten korkmasalar da öldürmek bazen sorun teşkil ediyor. Ölüme gayri ciddi yaklaşmaları da savaş konusundaki garip yöntemlerini ve cesaretlerini(enayilik diye de okunmaya müsait durum) anlamak adına mantıklı bir gerekçe sunuyor seyirciye.

Hemen yazımın başında adı geçen ve susması imkan dahilinde olmayan rahip Otto Witt’in hikayedeki yeri ve rolü felsefi yorumlara açık olmasından dolayı ayrı bir önem arz etmekte. Bir rahibin savaş ortasında ne işi olabilir, üstelik hikayenin gidişatı içerisinde yeri yokken? Bu karakter işte o an bir anda soyutlaşıyor ve ağzından çıkan kelimelerle birlikte ‘’vicdan’’ kimliğine bürünüyor. Chard’ın vicdanını susturmak için onu kilit altına alması ise manidar bir hal alıyor, şöyle bir düşününce. Üzülerek belirtmek zorundayım ki sonuçta vicdanları da ayakta duramayacak kadar sarhoş olarak onlara ihanet ediyor, belki vicdanlarının sağlam olmayışından kaynaklıdır bu ‘’günah’’ da. Ama ondan önce de Tanrı’nın vicdanı görmezden gelmesi ya da hiç görmemesi gibi bir sorunsal var ki o ayrı bir tartışmanın ham maddesi…

En nihayetinde Zulu savaş sonrası hissedilen şaşkınlık, utanç ve sevinememe ruh hallerine getirdiği sorularla ve kendisini izletirken seyircisine ‘’Vur, öldür, gebert!’’ gibi hırçın hatta insanlık dışı(tabi insanlık nedir onu da tartışmak lazım, zira kullanım yeriyle yanlış bir anlam yüklenebilir bu deyime) sözler söylettirmemesi daha da önemlisi finalde düşmanları kutsayarak iki tarafı da hem kazanmış hem de kaybetmiş(daha çok) olarak gösterebilmesiyle ve belgeseli andıran haliyle de ‘’öpözgün’’ bir seyirlik…

‘’Savaşı savaş olmasın diye yaptı, yayını kırdı ve mızrağını toprağa sapladı…’’

7/10


Yanlış Anlaşılmak

Bence Türk dili yüzyıllardır var olmasına rağmen, yeterli seviyeye erişemedi. Kendimizi ifade ederken kullandığımız kelime seçimlerini ne kadar irdelersek irdeleyelim genede karşı tarafa kendimizi ifade etmekte zorlanıyoruz. Genellikle de başarılı olamayoruz. Gerçi Figment arkadaşımızın bundan 1 yıl kadar önce derleme ailesinin özlü sözlerine eklediği bir cümlecik vardı, neydi o; "Düşündüğünüz, Söylemek istediğiniz, Söylediğinizi sandığınız, Söylediğiniz... Karşınızdakinin duymak istediği, Duyduğu, Anlamak istediği, Anladığını sandığı, Anladığı..” sözünden çıkan sonuç sorunun çokta kullandığımız veya kullanılan dilden kaynaklanmadığını gösteriyor ama bu sözden yola çıkarak;

Az konuşanların yanlış anlaşılmamayı garantilemek adına az risk aldıklarını, çok konuşanlarınsa çok daha fazla risk aldığını kabul etmiş oluruz. Bu nokta da çok konuşan arkadaşlar ağızlarından çıkan yığınla kelimeler ile, insanları kırma niyetinde olmamalarına rağmen kırarlar. Konuyu dağıtıp, söylemek istediklerinde uzaklaşırlar. Buda çok farklı konulardan bahsetmelerinin kapısını açar, sonuç olarak bahsetmemeleri, bahsetmelerinin yanlış olduğu konulardan bahsederler.

Az konuşan arkadaşlarında ağızlarından az kelime çıktığı için daha sevilen insanlar olduğu düşünülür. Risk almayan insanların kaybetme korkusu olduğundan yola çıkarak aslında onlarında korkar olduğu sonucuna bağlayabiliriz. Çok konuşan insanların ise cesaretli olduklarını düşünebiliriz.

Şimdi iki tarafında fazlasının zararlı olduğunu düşünürsek, yerinde ve kıvamında gerçekleşen bir konuşmalar her zaman için tasvip edilir. Konuşmayan daha fazla konuşması gerektiğini, çok konuşanda daha az konuşmasını idrak ettiği günler gelir. Umarım...

God Of War


Aslında bu yazıyı benim atmamam gerekirdi ama psp deki God Of War ı bitirdiğim için ucundan da olsa hakkım olduğuna inanıyorum :).

Oyunun kısa bir tarihçesi;
  • God of War (video game) (2005), PlayStation 2
  • God of War II (2007), PlayStation 2
  • God of War: Chains of Olympus (2008),PSP
  • God of War III (2009), PlayStation 3

God of War: Chains of Olympus (2008),PSP
Oyunumuz,konsol sattıran oyun tabirini uyuyor çünkü şu ana kadar pspde oynadığım grafik ses ve oynabilirlik açısından en iyi oyun. Bana PSP nin gerçek gücünün ne olduğunu gösteren bir oyun olması açısında da çok değerli.

Oyuna gelirsem ilk oyun olan God Of War ın işlendiğin zamandan öncesini anlatmakta, Persler tarafından Attica şehirine yapılan saldırı ile başlıyor tabii ki savunmayı Krotos ile yapmaya çalışıyor çünkü persler tarafından getirilen basiliske karşı Krotosdan başkasının durma şansı yok. Oyun ilerledikçe basiliksi Morpheus isimli tanrının gönderdiğini öğreniyoruz ve yaptıklarını düzeltmeye çalışıyoruz...Burada kesiyorum oynayacaklar varsa diye.:)
Sonuç olarak oyunun hikayesi çok başarılı ancak bir o kadar da kısa, başına oturup 6-8 saat içerisinde bitirebileceğiniz bir oyun. Tek eskiside bu açıkçası onun dışında herkesin oynaması gereken şaheser oyunlardan biri.
Benim notum 9/10

1UP.com 9.5/10

Allgame 4.5/5

Edge 7/10

Electronic Gaming Monthly 9.4/10

Game Informer 9/10

GamePro 4.75/5

IGN 9.4/10

X-Play 5/5


Ben kısaca PSP versiyonunu değerlendirmeye çalıştım, diğer versiyonlar için oynamış olan arkadaşlardan yorumlarını beklemekteyim.

29 Mayıs 2008 Perşembe

Blowup (1966)


Bu metin spoiler içermektedir. Filmi izlemeyenlerin okumaması tavsiye edilir.


Sinema nedir? Gördüklerimiz mi doğrudur, baktıklarımız mı yoksa göremediklerimiz mi? Şu an burada olduğumuza inandığımız için mi varız yoksa gerçekten var mıyız? Eğer bizden var olduğumuzu ispatlamamız istenseydi ne yapardık?

Michalengelo Antonioni'nin filmi aslında bir gün parkta yaşlı bir adam ve sevgilisinin fotoğrafını gizlice çekerken bir cinayetin fotoğraflarını yanlışlıkla kamerasına alan, hayatından tatmin olamamış bir fotoğrafçının gerilim dolu hikayesi değil. Evet filmin konusu bu ama Blowup aslında bir film bile değil. L'avventura filminde olduğu gibi aykırı tavrını Blowup'ta da gösteren Antonioni bu eserinde sadece felsefe yapıyor daha fazlasını değil. Örneğin film başlıyor ama bitmiyor çünkü bu bir film değil aslında. Yüzeysel olarak bakıldığında anlamsız ve sıradan gelebilecek bu film öylesine zekice hazırlanmış bir bulmacadır ki kusur bulmak samanlıkta iğne aramaya benzer. Zira kusur olarak gördüğünüz ve sinsice güldüğünüz durumlar ise fikrinizi tekrar gözden geçirdiğinizde sizi çoktan ters köşeye yatırmış oluyor.

Film neticede Thomas'ın iddiasını kanıtlayamamasıyla bitiyor bitmesine ama filmi bizzat Thomas'ın gözünden izlediğimiz için ilk başta onun gerçeği bizim de gerçeğimiz oluyor. Biraz dikkat ettiğimizde ise Antonioni'nun gerçekler ve algılar hakkında yeterince ve yerli yerinde ipuçları verdiğini görüyoruz. Örneğin:

1. Thomas ve partide karşılaştığı modeliyle arasında şöyle bir diyalog geçiyor:
T: Senin Paris'te olduğunu zannediyordum.
M: Ordayım.

2. Thomas birlikte çalıştığı modellerine gözlerini kapatıp beklemelerini emrediyor. Bütün işlerini halledip tekrar stüdyoya döndüğünde modellerin hala orada beklediğini öğreniyor.

3. Lynn Redgrave'in Thomas'ın ev adresini nasıl bulduğu açıklanmıyor.

4. Parkta ilk karşılaşmalarında Thomas ve Lynn arasında şöyle bir konuşma geçiyor:
T: Herşeyi açıklamana gerek yok. Daha yeni tanıştık.
L: Hayır. Biz tanışmadık. Sen beni hiç görmedin.

5. Thomas'ın bir ressam arkadaşı çizdiği bir resim üzerine 'Çizerken hiçbir anlamı yoktur, ancak çizdikten sonra resimlerimi bir şeylere benzetirim.'', der. Daha sonra da resimleri bir şeylere benzetmenin dedektif hikayesindeki ipucu gibi olduğunu açıklar.

6. Thomas arkadaşıyla bir kafede otururken 'Keşke çok param olsa ve gitsem buralardan.', der ama film boyunca iyi görünümlü bir arabayla gezer. Sonrasında ise uğradığı antikacıdaki kızın işinden sıkıldığını ve artık başka bir ülkeye uçmak istediğini öğrenir. Belki de bu yüzden tahta bir pervane satın almıştır Thomas.

7. Kocaman parkın bomboş olması dahası cinayeti işleyenlerin ceseti parkta bırakıp kaçmaları. Gece yarısında Thomas cesedi parkta görür ama sabah geldiğinde yerinde yoktur. Katil onu götürmek istemediyse şimdi neden yerinde yoktur ceset? - Evet ceset orada yoktur çünkü artık Thomas onu görmek istememektedir.

Bütün bunların ötesinde Blowup tüm zamanların en ilham verici filmleri arasında yer almayı hakediyor. Sinemanın kalıplarını yıkan, filmin kendisinden çok mesajını, kimsenin gözüne sokmadan, vermesini bilen Antonioni şapka çıkartılası bir insan. Filmlerini hissettiği gibi çekmesi, anlatımı sıradan tutup öykünün altına mayınlar döşemesi, herşeyden öte sanatı seyirci için değil sanat için yapması, seyircilerinin zekasına güvenmesi, hiçbir şeyin göründüğü gibi olmadığını ısrarla vurgulaması açısından Antonioni gerçek bir üstad...

10/10

Il Deserto Rosso (1964)


Antonioni'nin değişen dünya ve ekolojiye karşı tavrı olan bir yönetmen olduğunu okumuştum ve bu tavrını ortaya koyduğu bir filmini de ilk defa izleme şansı buldum. Evet Antonioni'ye karşı beslediğim önyargılar gittikçe zayıflamakta. Filmi ise baştan sona her daim izleyeninin merakını besleyen, her şeyiyle başka bir alem. Her ne kadar sanayileşen bir dünya hiçbirimiz için yabancı olmasa da film uzak bir gelecekte geçiyormuş hissi uyandıracak kadar melankolik. Ayrıca bu film Antonioni'nin ilk renkli filmi olma özelliğini de taşımaktaymış ki gerçekte sadece renk seçiminden Antonioni derdini ortaya koyuyor nevrotik renkler ve nevrotik bir kahramanıyla... Filmdeki favori sahnem ise Guiliana, kocası ve yakınlarının kaldıkları bir kulübede üşüdükleri için duvardaki tahtaları söküp yakmalarıydı ki insanlığın anlık ihtiyaçları için yaşadıkları dünyayı mahvetmelerine yapılan en sağlam gönderme bu olsa gerek.

9/10

Year of the Dragon (1985)



Çok fazla film üretmemiş olsa da kariyeri hep iniş çıkışlı olan bir yönetmenin filmidir bu: Michael Cimino’nun. The Deer Hunter filmi ile hatırı sayılır bir takdir topladıysa da sonraki filmlerinde ne eleştirmenler ne de izleyici nezdinde aynı mertebeye yükselebildi, söz konusu bu filmi saymayacak olursak. Hoş, gerçi The Deer Hunter filminin başarısı kimilerince hala tartışılır. Velhasılıkelam birilerince övülürken diğer bir kesimce ‘’övülmesinin nedenleri’’ tartışılır bu ismin günümüzde de. Naçizane fikrimi dile getirecek olursam ben de Cimino’yu sinemanın üstatlarından görmem lakin bu denli vurun abalıya muamelesi görmesi filmlerinin tartışılacak kadar derin olabileceğinin ve ciddiye alınması gerektiğinin ipucunu veriyor(çıkışı düğüm olan bir ipucu).

Esas filmimize gelecek olursak genç Joey Tai’nin Çin Mahallesi’nde hüküm sürdüren mafyanın lideri olması ile Stanley White’ın o bölgeye görevli polis memuru olarak atanması hemen hemen aynı zamana denk düşer. Ve ikili üzerinde kurulan filmin çatışması diğer olayları da tetiklemeye başlar.

Daha ilk dakikasında kasvetin yoğun şekilde hissedildiği ölümcül bir dünyanın içine adım atmak üzere olduğunu anlıyor seyirci. Michael Cimino küçük çaplı da olsa(Çin Mahallesi) içinden çıkması zor bir dünya vaat ediyor. Öyle bir dünya ki en az Stanley White'ın evinin içi kadar problemli. Karısının bozulan çamaşır makinesini kendi elleriyle tamir etmeye çalışması, elini attığı muslukların elde kalması polis memurunun işinin ne denli kompleks bir halde olduğuna dair ufaktan sinyaller veriyor.
Filmdeki Çinlilerin hemen hemen hepsinin katil, kumarbaz, eroin bağımlısı, kalpsiz, korkak gibi önadlarla resmedilmesi sorunsalı ise filmin Çin'de nasıl karşılandığı konusunda merak teşkil etmiyor desem yalan olur. Esas oğlanın gidip de Çinli bir kıza aşık olması gönül almak adına uzatılan bir gül müdür yoksa çelişki midir karar veremedim. Ancak çelişkiden bahsetmişken filmin son sekansından hemen önceki doruk sahnede olabilmesi mümkün bütün kötü sıfatlarla(bir sahnede kendisini hayli yardımsever gördüğümüzü ıskalamayalım) ete kemiğe bürünen Joey Tai’nin gösterdiği erdem ne derece doğal bir tepkidir bilinmez… Öte yandan filmin iyi adamı da etik olarak bakınca pek de ahlakçı birisi olarak değerlendirilemez, bu da sözü şuraya getiriyor; bu hikaye kötüler ile kötüler arasında geçen galibiyet savaşıdır. Zira film boyunca Stanley’nin aldığı kararlar büyük oranda felaketle sonuçlanıyor ve her hareketinde kendisine pragmatist bir tavırla rol biçiyor. Hatta bu hikayede yer almasının ve inadının temelinde de geçmişinden kalma Vietnam saplantısı en büyük etken, kim aksini iddia edebilir ki! İyi bir polis değil kesinlikle, kendini kaybedip suçlulara hiç çekinmeden saldırabiliyor kısacası bir çok hareketinde idine hizmet ediyor.

Bütün bunlar bir yana haddizatında filmde Capt. Stanley White rolündeki Mickey Rourke'ın(henüz 28 yaşında) performansı yer yer yönetmenin bile önüne geçiyor. Zira Oliver Stone tarafından kaleme alınan senaryodaki ana karakterin nasıl resmedildiği gözetilmeksizin tuhaf/gizemli bir çekimi olduğu iddia edilebilir. Filmde sık sık değinilen ırkçılık ise biraz kör gözüm parmağına bir hal almış, söylemeden geçemeyeceğim.
7/10


Shrek the Third - 2007

Gözükmüyorlar sadece seslerini duyuyoruz belki, ama kadro sağlam Cameron Diaz, Eddie Murphy, Antonio Banderas üçlemesinden üçüncü shrek filmi. Bence ilk animasyon kadar başarıyı yakalamaları zor olsada 3. film için güzel bir senaryo geliştirmişler. Eğlenceli (bu arada sözüm sana happy_owl şu eylence değil eğlence), zevkli yeri geldimi güldüren, yeri geldimi düşündüren(olmasada) bir film. Konusundan bahsetmeyecem çünkü dediğim gibi eğlencelik bir film yani konusu çokta mühim değil gülüyorsun. Bu film için yeterli bir kriter. 2 bölüm dizi izlemek yerine bu film izlenebilir.

28 Mayıs 2008 Çarşamba

Never Cry Werewolf - 2008


Öncelikle sinemalarda bu filmin afişini görüpte gitmeyi düşünen arkadaşlara seslenmek istiyorum; Kesinlikle hayır. filmin ilk 6 dakikasında nasıl bir hata yaptığınızı anlarsınız. 6. dakikadan sonra biraz düzelir gibi oluyor. işte tamam aslında o kadar da kötü bi film diilmiş dediğiniz anda werewolf arkadaşın kurt adam haliyle karşılaşıyorsunuz ki bence ayı adam daha doğru olurmuş kurt adamdan çok çakma ayı adama benziyor. sonra film esnasında gene kurt adama dönen bi arkadaş var o da noturdamın kamburu adama dönüyor nedense. film çok kötü. filmde tek iyi sahne bu kurt adamın motorsikleti var filmin başlarında görüyorsunuz o motoru gösterdikleri bir sahne var o ii o da yaklaşık 5 saniye kadar motora bakıyor ufak çocuk. motorun üstüne kurt gözü falan boyanmış baya güzel olmuş motor. onun dışında 2008 e yakışmayan bir film bence. tv de ilk kez yazısıyla falan görürseniz ve çok çok sıkılmışsanız izleyin.
film hakkında detaylı bilgi;
http://www.imdb.com/title/tt1135933/

happyowlironic; 3

FN(Film Notu); 3

Goodfellas - 1990


Eski fakat zevkli bir film goodfellas.Robert de niro, Ray liotta, joe pesci gibi isimler oynuyor. Robert amca gene güzel oynamış. baya başarılı çete filmlerinden biri. italyan çetesine üye irlanda kanı taşıyan bir çocuğun bu çeteye girdikten sonra hayatının değişimi anlatılıyor kabaca. çete üyesi olmanın avantajları baya iyi vurgulanmış. nerdeyse lan bulamadık böle bi çete diesi geliyor insanın (;> film ilginç bir şekilde imdb den de yüksek not almayı başarmış.Sanırım filmin aldığı ve aday olduğu yığınla ödülün bunda etkisi büyük. filmin aldığı ödüllerin listesi için ;
http://www.imdb.com/title/tt0099685/awards
adresini inceleye bilirsiniz. film hakkında detaylı bilgi için;
http://www.imdb.com/title/tt0099685/
son olarak bu filme 10 üzerinden bi not vermek istiyorum. izleyenlerde 10 üzerinden değerlendirirlerse sevinirim. 10 üzerinden 8 veriyorum ben bu filme.yazarların verdiği notların ortalaması film notu olarak post a eklenicektir. hala izlemeyen varsa izlesin. ii seyirler (;>

Happyowlironic 8
Deniz Akçadoğan 8

FN (Film Notu) 8

27 Mayıs 2008 Salı

American Gangster – 2007

American Gangster 70’li yıllarda Amerikada ki mafya organizasyonları, uyuşturucu kaçakçılığı, polislerin ne kadar yolsuz olduğunu anlatıyor. Daha çok olayların anlatımına ağırlık verilmiş bir film. Hareketli sahne sayısı fazla yok. Önde suçlu arkada polis kovalamacası 3-4 dk. yı geçmiyor.

Filmde mafya babasını Frank Lucas’ı Denzel Washington, iyi polis rolünü ise Det. Richie Roberts’ı Russell Crowe oynuyor. Frank Lucas Amerikaya, Amerikan ordusunun içindeki yozlaşmış para göz heriflerden yararlanarak uyuşturucu sokan bir adamdır. Hem kaliteli hemde ucuz bir mal olduğu için piyasada bir anda parlar ve New York’ta bir numaralı mafya babası olur. Roberts’da bu organizsasyonu çökertmeye çalışan peşlerinden ayrılmayan polisi canlandırıyor. Eklemek istediğim Denzel Washington’ı kötü rolde pek izleyemeyiz.


24 Mayıs 2008 Cumartesi

Four80East - En Route



Geçen 3 albümün temasından uzaklaşmayan nu jazz-electro çizgisini yakalamış bir albüm.Fakat fazla synth kullanımı hemen farkediliyor.Saksafon ve trompet in çok profesyonelce kullanılışı, güzel piyano sololarıyla birleşince ortaya çok güzel şarkılar çıkıyor.Bu albümde Double Down ve Waterline güzel parçalar arasında, değişik caz türlerini denemeyi sevenlere tavsiye ederim.

1. Five By Five
2. Noodle Soup
3. The Drop
4. Double Down
5. Been Too Long
6. Closer
7. En Route
8. 51 Division
9. Don't Look Back
10. Easy Come, Easy Go
11. Waterline

1
2

23 Mayıs 2008 Cuma

Earthsea (2004)


2004 yılında tv için yapılmış bir film earthsea. fantastik bir yapım. içinde 3 yada 4 dakika da olsa görünen tek bir ejderhası var (;> ama hakkını vermişler ejderhanın. büüyücüleri büyü okulu büyüsü madalyonu ile gayet hoş zaman geçireceğiniz bir yapım. ben sevdim umarım sizde seversiniz. shawn ashmore, kristin kreuk, chris gauthier gibi isimlerin yer aldığı filmde kısa bir sahne de olsa amanda tapping i görmek beni şaşırttı açıkçası. bunca zamandır stargate te izledikten sonra stargate izlemeyi bırakıp izlediğim ilk filmde de karşıma çıkması şaşırtıcıydı. film hakkında detaylı bilgiyi;
http://www.imdb.com/title/tt0407384/
adresinden edinebilirsiniz.

Eurovision - 08

Dün gece ikinci elemeler de yapıldı Eurovision'da ve finalde yarışacak 25 ülke belirlenmiş oldu. Türkiye Mor ve Ötesi ile finallere katılmaya hak kazandı.

Sadece ikinci elemeyi seyretmeme rağmen diyebilirm ki, Avrupa'nın müzik tarzı iyice yoldan çıkmış. Dünkü elemelerde dayanamayıp kanalı değiştirdiğim ülke sayısı epey fazlaydı. Parçaların bu kadar kötü olmasından mıdır nedir bilinmez, ülkeler ya gayet seksi bayan şarkcılar; ya da erkek vokal yanında dans eden yine gayet seksi bayanlarla yarışmaya katılmayı uygun görmüşler. Tabi hem kendisi hem sesi güzel olanlar da vardı :) Cumartesi akşamki finalde neler olacak bakalım burdan yorumlarız yine..




Mesela ben Çek yarışmacıları beğenerek izlemiştim ama malesef finale kalamadılar.

Kısa bir diyalog:

Bülent Özveren(Eurovision sunucumuz): Eğer Çeklerin parçalarını beğendiyseniz blabla yazıp 1415'e sms gönderin.

Ben: Valla ben Çekleri parça parça da beğendim, bütün olarak da!

Annem: Bişi demedi ama bizim çocuk sıyırdı bakışı vardı yüzünde :)

selamlar..





Elveda

Bugün sabah attığım bir yorumun tarafıma hiç sorulmadan veya haber verilmeden silinmesinden dolayı çok kırgın olduğumu belirterek, tartışma ortamının kalmadığı bu blogda daha fazla yazamayacağımdan dolayı yazarlıktan ayrılmak istediğim için bu son elveda postunu atıyorum.

Derleme ekibine yayın hayatında başarılar diliyorum.

Saygılarımla.

22 Mayıs 2008 Perşembe

Indepence Day - 1996

Gerçekten eğlenceli bir film. 2,5 saat olmasına rağmen vaktin nasıl geçtiğini anlayamassınız. Çünkü konu bütünlüğü olarak, anlatımı olarak hızlı ve hareketli bundan dolayıda sizi alıp, sürükleyip götüren bir filmdir. Ancak gerek 4 Temmuz amaçlı olsun, gerek Amerikan ağırlığı, bayrağı vs. olması açısından, ya bir yürüyüp gidin yaw, diyesi gelir insanın. Bunun yanında uzaylıların 0 konuşkan yapıya sahip olmaları ve de her uzaylı gibi konuştuklarında da Ingilizce konuşup yazarken farklı bir dil kullanmalarının sebebini halen anlayabilmiş değilim. Uzay yolu bile daha iyi idi bu konuda ellerinde bir cihaz vardı her dile tercüme edebiliyordu. Yapın abi böle bişey bir yerden bulun bunu veya öyle bir teknoloji ile başlayın şu filmlere.

Film kötü uzaylıların dünyayı hiç bir uyarıda bulunmadan damdan düşer gibi işgal etmeleriyle başlıyor. Zilyon tane gemi şehirlerin üstlerine geliyorlar ve onları patlatıyorlar, ama hepsi aynı anda patlamayı gerçekleştirmesi lazım(nedense uzaylılar o noktaya kadar gelebilmişler). Bu sebeplede kendilerine senkronlamaları belli bir zaman alıyor. Bu noktada insanlara bir nevi zaman kazandırmış oluyorlar. Onlar belli planlar yaparak uzaylıları alt etmeye çalışıyorlar. Sonuçta elden giden bizim gezegen yusuf oyuna girer ve olaylar gelişir.

21 Mayıs 2008 Çarşamba

Cobra Kai Dojo


Efsane film Karate Kid'de adı geçen bu karate salonunun derleme yazarı arkadaşlardan bazıları ve benim için çok özel bir yeri vardır. Özellikle karate sporunun felsefesini değiştirip yeni bir anlam kattıkları için kendilerine teşekkürü bir borç bilirim. Geçtiğimiz günlerde farmerfam'le gittiğimiz metucon'da aklımıza gelen bu karate salonunu, bütün derleme ekibi ile beraber anmak istedim. Demin bahsettiğim karate sporunun felsefisini değiştirmek konusunu biraz daha açmak isterim. Karatenin felsefesini bir yabancı sitede bulduğum şu metinden alıntı yaparak anlatabiliriz.

"Karate is a BUDO (Japanese martial art) for which the purpose is not to win against an enemy outside of your body but to win against yourself. That means to win against your fear, doubt, indecisiveness and to be surprised by nothing."

Sizinde okuduğunuz gibi bu felsefe çok abidik gubidik ve saçma sapandır. Biz Kobra Kai Dojo sevenler olarak bu felsefeyi reddediyoruz ve şunu savunuyoruz.

STRIKE FIRST! STRIKE HARD! SHOW NO MERCY!

Stargate Atlantis

Stargate Atlantis, bir nevi Stargate SG1’nın devamı paraleli niteliğinde, yeni bir gezegen, yeni bir üs, yeni bir düşman, yeni dostlar. Atlantis’in yeri keşfedilir. Başka bir gezegende ve başka bir galaksidedir. Oraya giden bir daha geri dönemeyecektir. En azından bir süre evlerinden, yuvalarından, hatta gezegenlerinde ayrılarak yeni ufuklar açmak için atlantise giderler ve burda onları hiçte beklemedikleri bir macera beklemektedir. Yer yer sg1 ile beraber giden daha çok kendine has, bağımsız bir dizi çercevesinde bilim kurgu meraklılarını çeken bir dizi. Açıkcası ben bu sg1 ve atlantis sayesinde bilimkurguya doyduğumu söyleyebilirim. Aç iseniz bilim kurguya hiç düşünmeden başlayın izlemeye.

The Bank Job (2008)


Adından da anlaşılabileceği gibi bir banka soygunu konu alınmış film de. öncelikle sıradan bir banka soygunu değil. İşler bu soygunda biraz karışıyor. Ateşten kalbe akıldan dumana tarzında bir film. sanırım jason statham' ın oynaması filme biraz daha bu havayı vermiş. bu adamın oyunculuğunu çok sevdiğimi söylemeliyim. bu filmde gene güzel oynamış. şantaj suç ceza kavramları işlenmiş senaryoda. eylenceli keyifli bir film kısacası. ben tavsiye ederim. ancak altyazısız izlemeyi düşünen varsa kendini ingiliz aksanına hazırlasa iyi olur (;>
film hakkında detaylı bilgiyi ;
http://www.imdb.com/title/tt0200465/
adresinden edine bilirsiniz. iyi seyirler...

20 Mayıs 2008 Salı

My Dying Bride - The Crown of Sympathy

See the light and feel my warm desire, run
through my veins like the evening sun. It
will live but no eyes will see it. I'll bless your
name before I die. No person in everything can
shine, yet shine you did, for the world to see.
All a man hath will he give for life? For life
that's lost bleeds all over me. I'd fallen before
but it never hurt like this. Don't leave me here
to crawl through the mire. I'm without fault
before the throne of god. Take from me the
crown of sympathy. What do you think you'll
see? What do you think there will be? Sit down!
Did you see the sun? What will we become?
Great ones? The mouths that dare not speak his
name, behold them, raised, complete and fine.
The battle for our lives is oh, so brief. Take my
hand and please walk with me. When I was
young the sun did burn my face. I let its love
and warmth wash over me. The melting voice of
many, in the hush of night. Whispering tongues
can poison my honest truth. Come dress me
with your body, and comfort me. I dreamt of a
dead child in my sleep. I wear a terrible
mark in my head. my clean, white bed. It calls
to me. I must lie down. and I want you to lay
with me, in sympathy. No sad "adieus" on a
balcony. For one last time, just walk with me.
At the beautiful gate of the temple, we must
be saved. For deadened, icy pain, covers all the
earth.

18 Mayıs 2008 Pazar

Dünya İle İlgili Notlar

Dünyamızı Tanıyalım;
DÜNYA
Yaşı: 4 500 000 000 yıl
Kütlesi: 5 988x 10^18 TON
Ortala Yoğunluğu: 5,52 gr/cm^2
Yüzölçümü: 510 100 934 km^2
Hacmi: 1 083 319 780 000 km^3
Basıklık Oranı: 1/297
Ekvatoral Çap: 12 756,776 km
Kutuplar Arası Çap: 12 713,824 km
Ekvator Çevresi: 40 076 km
Kutuplar Çevresi: 40 009 km
Kendi Ekseni Etrafında Dönüşü:
23 saat 56 dakika 4,09 saniye
Güneş Etrafında Dönüşü:
365 gün 6 saat 9 dakika 9,54 saniye
En Yüksek Sıcaklık:
58 C ile 13 Eylül 1922'de El Aziziye / Libya'da
En Düşük Sıcaklık:
-89,4 C ile 21 Şubat 1983'de Vostok/ Antartika'da
Güneşe Olan Uzaklık;
En Uzak Noktasında:157 milyon km
En Yakın Noktasında:147 milyon km
Ortalama Uzaklık:149,6 milyon km
Toplam Kara alanı:
148 300 000 km^2(toplam alanın %29'u)
Toplam Su Alanı:
361 800 000 km^2(toplam alanın %71'i)
Karaların En Yüksek Noktası:
deniz seviyesinden 8 848 m ile Everest Tepesi Himalayalar /Asya
Karaların En Alçak Noktası:
deniz seviyesinden 400m aşağıda olmak üzere Ölü Deniz kıyısı Ortadoğu/ Asya
Denizlerin En Derin Noktası:
11 033m ile Marianas Çukuru / Büyük Okyanus
En Fazla Yağış Alan Yer:
yılda ortalama 11 680 mm ile Maialeale / Hawai
En Az Yağoş Alan Yer:
yılda ortalama 7,6 mm ile Arica/Şili

**Yukarıdaki bilgilerin kaynağı Akis Kitap 2007 olup; ortalama veriler içermektedir. Ödevlerde kullanılması halinde alına bilinecek düşük noktardan yada bilgi yarışmalarında verilecek cevapların yalnışlığından sitemiz sorumluluk kabul etmemektedir.

Bullitt (1968)


Merhaba sevgili blog sakinleri. İnsanın bazen çok neşeli günleri olur. Bugünde benim için o günlerden biri. 19 Mayıs sayesinde 3 gün tatiliz. Pazar günü erkenden kalktım. Proxy sayesinde youtuba girdim. Bir yandanda sevgili figment msnden güzel bir parça gönderiyor. Dışarıda güneş pırıl pırıl parlıyor ve kuşlar ötüyor. İnsan daha ne isterki? O yüzden bende blogumuza birkaç gün önce orjinal dvd sini aldığım ve hemen seyrettiğim güzel bir filmi yazayım dedim.
Filmimiz Bullitt.
1968 Yapımı muhteşem bir polisiye. Başrollerinde Steve McQueen'i (Kendisi gibi bir aktör daha gelmedi bir daha ne yazık ki dünyaya) Teğmen Frank Bullitt rolünde görüyoruz. Frank Bullit, mahkemeye çıkacak çok önemli bir tanık kendi koruması altındayken öldürülünce, suçluları yakalamayı bir ölüm kalım meselesi haline getirir. Ve olaylar gelişir. Filmdeki araba takip sahnesi o kadar güzelki 1968'den beri daha iyisi çekilmedi bence. Kaçan araba Dodge Charger ve arkasında 68 Ford Mustang. Yönetmen Peter Yates bu sahnede hiç müzik kullanmamış. Sadece arabaların gürül gürül motorlarını ve lastiklerin o ince sesini duyuyorsunuz. Bu arada iki arabayıda dublörlerin değil bizzat oyuncuların kullandığını belirtmeliyim. San Fransisco'nun inişli çıkışlı yollarında bu arabaları izlemek çok büyük bir keyif.

Film biraz eski evet ama eski filmlerin o samimi ve sıcak havası var. Ve malesef böyle filmler çekilmiyor artık. Ya dünyayı zombiler basıyor. Yada bir süper kahraman çıkıyor dünyayı yok olmaktan filan kurtarıyor. Konusu bu kadar basit ve aslında sıradan olan bu film o yeni filmlerin çok çok ötesinde. İzleyenleriniz varsa yorumlarını duymaktan mutluluk duyacağımı belirtir, iyi tatiller dilerim...

http://www.imdb.com/title/tt0062765/

Yetti artık !!!

mahkeme kararıyla bu siteye erişim engellenmiştir yazısı görmek istemiyorum artık. bu çok saçma bir yöntem. youtube a erişim gene engellenmiş. napıyo bu adamlar. atatürke hakaret eden video mu yayınlıyorlar. pkk propagandası yapan video mu yayınlıyorlar. yoksa porno vidoelarımı yayınlıyorlar. soruyorum size napıyo bu adamlar. ne yapıyor olurlarsa olsunlar bence bu çözüm diil. eğer yaptıkları bi yanlış varsa başka yollardan devreye girmek lazım. bu gün 3 yada 5 video için bütün youtube u kapatan zihniyet yarın öbürgün 3 yada 5 site için bütün interneti kapatır. özgürlüğün son kalesi interneti savunalım. yapılan hatalar varsa beraber karşı çıkalım ama çözüm bu diil. aksini düşünen varsa lütfen beni ikna etsin. bana katılan varsa lütfen belirtsin. vaktinizi aldığım için özürdilerim. bu post umu brave hard filminden bir kelimeyle bitirmek istiyorum FREEDOM !!!

14 Mayıs 2008 Çarşamba

Worldwide Telescope

Google’a nispet Microsfttan geldi. Google Earth’den sonra aramızda geçen konuşmaları hatırlatmak istiyorum. “Yuh abi bizim evi buldum ahanda bak.” “Abi istanbul üstünde bir tur atmışım geçen gün gez gez bitmiyor canım iyi ki yaya değildik.” “Geçen bir paris yaptım eyfele tepeden baktım. Sonra ordan çıktım Manahattan harbi adaymış abi.” Vb. gibi ancak bu konuşmalardan sonra microsft bize googledan farklı olarak uzayda da dolaşma imkanı sunuyor. Karadelikleri, diğer gezegenleri, yıldızları, ve uzayda aklınıza gelebilecek değişik bulutları vs. leri kimi yerde fotoğraf olarak kimi yerde directx9.0c desteği ile 3d olarak bizlere sunuyor. Astroloji ile ilgilenlerin sürratle download edip edinmesi gereken, yıldız sistemlerini açıklayan isimleriyle beraber öğrenme fırsatı sağlayan güzel bir kaynak. Aynı zamanda google earthten de geri kalmamışlar ve dünya üstünde de kısmen dolaşma imkanı sağlıyor. Kısıtlı bir zaman aralığında incelediğimden ancak bu kadarını keşfedebildim. Gerisi size kalmış indirip bir deneyin derim. İnternet adresi: http://www.worldwidetelescope.org/

JETHRO TULL 40. YIL DÜNYA TURNESİ

İngiltere'nin dünya müziğine en büyük armağanlarından bir olan ve klasik müzik, caz ve folk öğelerini rock çatısı altında toplayarak 40 yıl boyunca müzik dünyasının gündeminden düşmeyen JETHRO TULL, 8 Haziran Pazar akşamı Ankara, Hacettepe Üniversitesi Açıkhava Tiyatrosu’nda olacak.

Biletler 40 YTL ile 100 YTL arasında satılmakta. Saat 20:00 kapı açılış, 21:00 konser başlangıcı.

13 Mayıs 2008 Salı

Mick Hucknall - Tribute To Bobby



Simply Red'in solisti Mick Hucknall Bobby Bland'in şarkılarını yorumlayarak çok güzel bir pop-blues-soul albümü yapmış. Bu albümle kendini aşmış bence. Albüm 19 mayısta piyasaya çıkıyor.

1. Farther Up The Road
2. Ain't That Loving You
3. I'm Too Far Gone (To Turn Around)
4. Poverty
5. Yolanda
6. Stormy Monday Blues
7. I Wouldn't Treat A Dog (The Way You Treated Me)
8. I'll Take Care Of You
9. Chains Of Love
10. I Pity The Fool
11. Cry, Cry, Cry
12. Lead Me On

Tribute To Bobby

12 Mayıs 2008 Pazartesi

Denemeler 2-3

selam arkadaşlar,
denemelerimin 2. ve 3. sünü de upload ettim.. dinlerseniz sevinirim :)

(zaten bi çoğunuza göndermiştim ama belki başka insanlar da dinler di mi?)
Comfortably Numb: http://www.savefile.com/projects/808632264
Arc of Space: http://www.savefile.com/projects/808639855

Get Carter - (2000)

Get Carter zamanında izleyemediğim filmlerden bir tanesi idi. He çok şey mi kaçırmışım diye baktığım da neredeyse tamamen zaman kaybı olduğunu düşünüyorum. Ancak bir kerede izlenir mi izlenir filmlerinden.

Filmde Jack Carter (Sylvester Stallone) adlı karakter gayet maço, sert bir heriftir. Las Vegas’ta çalışırken kardeşinin ölmesiyle beraber memleketi olan Seattle’a döner. Cenaze falan olayları sebebiyle ama asıl nedeni kim öldürdü lan kardeşimi sorusuna cevap bulmak istemesindendir. Nitekim kardeşi kaza süsü verilmiş. Bir şekilde öldürülmüştür. Filmde kötü adam karakteri Cyrus Paice (Mickey Rourke) tir. Bu adam internet üstünden çektiği porno filmleri satmaktadır. Kendisinin iş adamı olduğunu her daim hatırlatması sanırım yazarladan kaynaklanmaktadır. Film içinde pek çok sefer karşılıklı yumruk yumruğa birbirlerine giren bu ikiliden sonunda kimin sağ çıktığını tahmin etmek kanımca imkansızdır, süpriz olsun size. Hepsi bir tarafa kardeşinin karısı falanda bunu görmek istemez.

Tüm bunlar yetmezmiş gibi Las Vegastakilerde huysuzlanınca onlarada resti çeken jack abimiz kendini bir aksiyonun içinde bulur. Birde filmi öne çıkaran bir asansör sahnesi vardır. Jack baba iki tane izmandut gibi adamı al aşağı nasıl eder onu izliyoruz bu sahnede görülesi sahnelerden. Filmde jack baba kafaya koymuştur. Kardeşimde kardeşim der başkada bişey demez ve olaylar gelişir. Kovalamacalı, dövüşmeli bir film. Takibin bol olduğu bir yapım.

BANLIEUE 13 / BANLİYÖ 13

Yıl 2013...Fransız hükümeti şehrin en fakir ve suç oranı yüksek mahallerine karşı cözümü, bu mahallerin etrafına kalın duvarlar örmekte bulur. Duvarların icerisinde orman kanunu gecerlidir. Eski mahkum Leito (David Belle) mahallenin uyuşturucu çetesine ve onun lideri Taha Bermamud'a (Bibi Naceri) karşı savaş vermektedir. Damen (Cyril Raffaelli) ise başarılı bir sivil polistir.Taha'nın çetesi, yeni üretilmiş, tahrip gücü son derece yüksek bir bombayı çalar. Bölge 13 içerisinde bir yerde saklı olan bombanın patlamasına sadece 24 saat vardır. Bombayı bulmak Leito ve Damien'e kalmıştr. İkili bir yandan da Taha'nın çetesini yenmek zorundadır...

İş yerinden bir arkadaşımın tavsiyesiyel izlediğim bir Luc Besson filmi, klasik durağan fransız sinemasının yerine, seyirciye aksiyonu doya doya yaşatan bir film bence. Önerebilirim eğer isterseniz...

11 Mayıs 2008 Pazar

The Kingdom (2007)


Jamie Foxx, Chris Cooper, Jennifer Garner gibi isimleri bünyesinde barındıran film; Suudi arabistanda yaşanan bir bombalı saldırıyı araştırmak üzere buraya giden FBI ajanlarının Orada yaşadıklarını konu alıyor. Genel anlamda güzel bir film. sadece 5 gün için ajanların ülkeye girmelerine izin veriliyor. ve soruşturmalar başlıyor. Tavsiyem Çok çok iyi bir film beklemeyin. sürenin kısıtlı olmasından kaynaklanan bir hareket var filmde bu da izleyeni sıkılmaktan alıkoyuyor. akıcı bi senaryo. Ancak 4 FBI ajanının patlamayla ilgili çok önemli delilleri elleriyle koymuş gibi bulmaları. karmaşık bir şebekeyi 5 gün gibi kısa bir sürede yerle bir etmeleri. bütün olayı çözmeleri, biraz can sıkıyor. Genede boş vakit değerlendirmesi için izlenebilecek bir film.
İlgilenenler için detaylı bilgi; http://www.imdb.com/title/tt0431197/

7 Mayıs 2008 Çarşamba

ODTÜ'de Cem KÖKSAL & Joe Lynn TURNER Konseri




ODTÜ 15. bahar şenliği kapsamında Cem KÖKSAL & Joe Lynn TURNER konseri 10 mayıs 2008 cumartesi saat 20.00 da ODTÜ stadyumda.


Diğer etkinlikler için...

Güzel Parçaların Kısa Olup Sıkıcı Parçaların Uzun Olması

Galiba Enstein çok zeki bir adammış (bunu benimde idrak etmem güzel oldu tabi), görecelik diye birşeyi çıkarmış ve zaman kavramının yaptığımız işlere, yoğunluğumuza göre hangi hızda geçtiğini anlatmaya çalışmış. Kendisi buna örnek olarak işte zamanın geçmediğini ama kız arkadaşımızın yanındayken bu zamanın su gibi akıp geçtiğini söylemiş.

Buna örneklerden bir taneside çok sevdiğimiz parçaların bir anda biterken saçma sapan bir halta benzemeyen parçaların çok yavaş bir şekilde bitmeyişinidir. Bir bakmışın süpermiş yaw bu parça diye dinlerken bir bakşın parça bitmiş. Bu benim başıma özellikle çalışırken geliyor. Çok güzel bir parça başlıyor mesela bende aaa ne güzel parçaymış yaw bu bende varmıymış falan gibi bir düşünce başlıyor. Sonra bir bakmışım parça bitmiş üstüne de zilyon tane parça çalmış. Sonra o kadar kötü bir parça başlamış ki benim aklım diğer zilyon tane önceki parçada kalmış. Başka bir deyişle parçanın tadını alamamışım ama parça biteli de yıl olmuş. Sonra parçayı bulabilirsen bul. Bir araştırmadır alıyor vakit ve iş gücü kaybı bir nevi çok önemli değildi bu kısım. Sonuç olarak dinlediğimiz parçaları bilelim bilmediklerimizi öğrenelim ki vakit kaybımız artmasın (toplumsal mesaj).

Bilmediğimiz parçaları öğrenelim yeri geldiği zaman bu parça budur şu parçada budur diyelim. Üstüne biraz da karizma katmak istersekte bu parça bilmem zıbıt yılda bilmem kimin stüdyoya girmesiyle bir anda ortaya çıktı gibi gereksiz bilgiler vererek sanki çok şey biliyormuş imajı çizelim. Fucur yürürmüyüz lan burdan?

6 Mayıs 2008 Salı

Bordertown - (2006)

Bordertown karakterleri gerçek olan bir hikayeyi anlatıyor. Ama malasef çok kötü anlatıyor. Filmde Jennifer Lopez ve Antanio Banderas başrolleri paylaşıyorlar. Daha doğrusu Jennifer Lopez başı çekiyor daha çok. Birazda bundan galiba film pek bir durağan pek bir sıkıcı, dram yapmaya çalışmışlar ancak böyle dram olmaz ya. Ne ağlattın ne başka bişey oldu bu ne biçim oyunculuk bu ne biçim anlatım aynı zamanda hani Lopez oynuyor güzel hatun var diye yaklaşamadık bile çünkü hatun bildiğin kalas filmde. Neresi güzel ya bunun diyesi geliyor insanın. Sonuç olarak bu filmi izlemek bir zaman kaybı ben o kaybı yaptım, (hoş bazı kısımları hızlandırılmış olarak izledim) siz yapmayın.

Film adından da anlaşılacağı gibi bir sınır kasabası olan Juarez adlı kasabada geçiyor veya kasabadan çok kent olmuş bir yer. Burda bir seri katil tarafından umarsızca, sayısını polisin bile bilmediği kadar kadın öldürülmüş, ve bu olayların üstünü kapamak isteyen bir yönetim ve katilin elinden kurtulup gazetecilere sığınmış 16 yaşında bir kızın hikayesi anlatılıyor.

Toplumsal yaralara dokunarak prim yapmayı hedefleyen Lopez reklamı yapan bir film gibi geldi bana. Konusunun arkasına sığınan çok sıkıcı vakit kaybettiren bir yapım.

5 Mayıs 2008 Pazartesi

Perfume: The Story of a Murderer - 2006

147 dk.lık uzun bir film. Ancak sürükleyici, alışılmadık bir seri katil öyküsü. Sanki gerçek bir efsaneyi anlatıyormuş gibi. Ama konusu itibariyle efsaneyi geçemeyecek bir yapıt. Filmi güzel yapan unsurlardan bazıları Alan Richman ve Dustin Hoffman’nın olması oyunculuklarıyla filme renk katmışlar.
1700’lü yıllarda Fransa da geçen bir hikayeyi anlatıyor. Film, Jean-Baptiste Grenouille’nin (filmin baş karakteri) doğumuyla başlıyor. Annesinin terkedişi sonra kendisini çocuk yuvasında bulması çok konuşmaması ama burnunun feci bir şekilde koku algılamasından dolayı kendini farklı hissetmesiniyle devam ediyor. Sonra karşısına bir parfümcü olan Giuseppe Baldini (Dustin Hoffman) ile karşılaşıyor. Kendisini göstererek yanında işe giriyor. Tek amacı her maddenin kendine has olan kokusunu saklayabilmek (Nasıl bir amaçsa artık saçmalığa gel ama sıradan olmaması ilginç). Ve olaylar gelişir.

Synchronization



:) Yorum sizin...

3 Mayıs 2008 Cumartesi

Downtown Blues




28.04.2008 tarihinde kaydedilmiş bir şarkıyı paylaşmak istiyorum.Ben organda yer alırken sevgili fücur klasik gitarda...

Not : tuş sesi sıçmış :D


www.savefile.com/files/1530093

2 Mayıs 2008 Cuma

Bloodsport - Kan Sporu (1988)





İşte arkadaşlar size muhteşem bir film. Açıklamaya pek gerek var mı?
Bu filmi seyretmemiş olanınız yoktur heralde. Varsa da yuh diyorum.
İzlemeyen varsa hemen izlesin adamı hasta etmesin. Şimdi filmin konusu hakkında kısa bir hatırlatma yapalım. Ve bu oscar alamamış ama her zaman gönül oscarlarımızı toplamış bu filmi saygı ile analım. Bu oscarlara tabiki J. Claude Vandamme'ın en iyi oyuncu oscarı da dahil.

Film,gerçekte yaşamış Frank Dux'un hayatını anlatıyor. Frank Dux'un bu kumite midir nedir ona girişi ve yaptığı işler. Tabiki film bu biraz abartı ve mutlaka kötü adam olmalı. Buradaki kötü adam ise, Chong Li(Bolo Yeung) sinir mi sinir bir çinli. Bu arkadaşı zaten genelde kavgalı dövüşlü bütün filmlerde kötü adam olarak görebilirsiniz. Kumiteye girdikten sonra bizim Frank Dux ve Chong Li bibirlerine gıcığı kapıyorlar. Final müsabakasına kadar çeşitli vurdu kırdı, patırtıdan ve çinlimizin yaptığı eşşekliklerden (Frank Dux'un en iyi arkadaşını dövüp bandanasını alması mesela) sonra asıl ölüm dövüşü başlıyor. Bu arada Chong Li'nin Vandamme'ın yüzüne attığı toz sahnesi ve sonrasına çok dikkat edin. Bu bir oyunculuk şaheseridir kanımca.

Neyse uzun lafın kısası, tekrar tekrar izlenecek, çocuklarımıza miras bırakılacak bir film.

işte imdb linki;

http://www.imdb.com/title/tt0092675/

El camino del Rey

Oyun isimleri Türkçe olsa

  • bloodrayne - civelek vampir
  • dungeon siege - zindan kuşatması
  • police quest - ekip geliyo
  • singles – saplar
  • medal of honor - istiklal madalyası
  • overdrive - ez ve geç
  • soldier of fortune - o şimdi asker
  • street fighter – serseri
  • master of orion - orion usta
  • total club manager - bütün kulübün müdürü
  • battlefield 1942 - battalfield 1453
Figment'den;
  • SWAT - Çevik Kuvvet
  • Pro Evolution Soccer Series - Pes AQ
  • FIFA Street Series - FIFA Mahalle Maçları
  • Super Mario Bros - Harika Memo Biraderler
Happy_owl_ironic'den;
  • Never winter night - asla kış geceleri
  • Diablo - Şeytan
  • Hellgate - Mahşer kapısı
bloodlust'dan;
  • Mortal Kombat - Ölüm Dövüşü. Kesinlikle ölümcül dövüşten iyi.
  • Sim City - Şehir ve Bölge Planlamaya Giriş 101
  • World Of Warcraft - Savaş Sanatı Dünyası
  • Oblivion - Unutulmuşluk
  • Tetris - Duvar Ustası
silentmoon'dan;
  • Settlers - göçebeler
  • populous - kalabalik nüfuslu
  • MicroMachines - minik makineler
atıl'dan da;
  • GTA - Büyük Araba Hırsızı
  • Half Life - Yarıyaşar
  • Counter Strike - Kantır
  • Guitar Hero - Gitar Kahramanı
  • Doom - Kara baht